Edebiyat,  Gundem Arşivi Klasikleri

Anıları Sağarken

Senin adını ben seçtim, oğlum; anneni kandırdım, nüfus memuruyla savaştım. Babam da, onun babası da çocuklarına isim koydular, ama kavgasız, didişmesiz. Hoca çocuğunun adını kulağına okurken, babam kasıntıyla ellerini göğsünde kavuşturmuş, gözleri gururdan yarı şehla, ağzının ucunda en zor kazanılanı bir söze feda ederkenki boş sırıtma. Yabancı değil bu gülümseme bana.

Hani, Erciyes’in karlı sularıyla beslenen Dervenk’e geziye gitmiştik ya. Vadinin yamacındaki belli belirsiz delikten süzülüvermiştik içeri. Ansızın apaydınlıktan koyu karanlığa dönüveren mağaranın derinliklerine, birbirimizin elini kaybolmayalım diye -daha çok korkuyla- tutarak, sonsuzluk kadar uzun bir zamanda girmiş, ilk Hristiyanların baskılardan kaçtıkları dönemde saklandıkları bu oylumda bulmuştuk kendimizi.

Tepelerde bir yerlerden içeri süzülen gün ışığı, köşede katmerli karasıyla ocak yeri… Titreşerek bakışmıştık çevremize ve geçmişimize. Mutlaka sığınmıştık buraya tarih boyunca, hem de kaç kez. Yabanıl hayvanlardan kaçmış, gücümüz yettiğini avlamıştık. Karılarımıza sarılmıştık, kardeşlerimize ve çocuklarımıza. Gün döndüğünde, ateşin yalımları yüreğimizi ışıtırken oturduğumuz yerde ağırdan başlayıp giderek benliğimizi sarsan salınıma kendimizi kaptırmış, ilahiler okuyoruz.

Çarpılmış yürek ve ayaklarımızla Ekim güneşinde şaşırmıştık. Sonra on üç yaşın aldırmazlığıyla atıvermiştik dereye bedenlerimizi, kökü-kaynağı derinde bir utanma duygusuyla beyaz donlarımızı çıkarmadan. Suda yüzen sarı-boz kocaman püskürük kayaları insanüstü varlıklar gibi ellerimizde tartmıştık.

Üçümüz de aynı anda görmüştük, taş teknede kan kırmızı üzümleri ak baldırlarına sıçratarak ezen kızları. Damaklarımızda daha tadılmamış şarabın burukluğu ve belimizden aşağıda tanımsız kıpırtılar… Soluk almadan izlemiştik, sindiğimiz kayanın ardından, kulağımıza erişemeyen türkünün ezgisine uygun sallanan kalçaları ve onları saran şalvarların renk cümbüşünü.

Ve birden fırlamıştı taşakkapan, dikitlerle kaplı, boz-bulanık ve demir cevherini andıran kertenkele irisi gövdesiyle. Korkunun ataklığa dönüştüğü, o andan da kısa anda taşları kapıp biz de peşinden… Sonunda kıstırmıştık dinozor bozuntusunu. Kafasını, sığındığını sandığı kayaların arasına sokmuş, doğayla bütünleşmiş bekliyor gitmemizi. Sopayla bastırdığımız kuyruğuna ilmeği bin güçlükle geçirdik.

“Soyu tükenmiştir herhalde bu hayvanın, muallim bey? Pastırma yazı bastırdığında, bir de baharda ortaya çıkıyorlar,” diyoruz. “Çocuklar, bırakın gitsin zavallı yaratığı.” Manastırdan bozma yatılı okulun avlusunda taşakkapan, ipin ucu elimizde, öğretmenin yürekliliğini sarsmak için ayakkabılarına yaklaşıyor. “Okulun laboratuvarına hediye edeceğiz, muallim bey.” Hayvan, soluktan sessiz sürünüyor pabuçlara. Kayseri’den haftada bir gelip iki gün süreyle zenginlerin çocuklarına Romalıları ve Fenikelileri anlatmakla yükümlü, ikinci karneden sonra kırlarda elinde curasıyla “Atımı Bağladım Ben Bir Meşeye” türküsüne mahkûm, dar gelirli ve kentteki Cumhuriyet Bayramı törenlerinde hamasi söylevler çeken ve de Amerikalı müdür yardımcısının pembe-ak tenli, varisli karısına âşık Faruk öğretmen, bacaklarının arasındaki en değerli varlığını koruma içgüdüsüyle, ama erkekliğe sürdürmeden, “Alın, ne yaparsanız yapın. İsterseniz atölyeye götürün.”

Atölye deyince, oldum olası yağlı-yongalı önlükleriyle sınıfın en güçlülerinin en azman raspalara ve eğelere el koymasına ses etmeyen ustaları anımsarım. Mengeneye güçlükle sıkıştırdığım demir parçası, dönem sonuna dek ince dişli eğenin iniltileriyle çekiç olacak, hiçbir çiviye vurmamak için.

Atölyenin arkasındaki sessiz kalabalık, hangi anlamsız, belki de en anlamlı, erkekçe kavgayı izlemenin beklentisinde. Manastırdan arda kalan çan, taş yapıların arasından yankılanıyor. İman tahtasına balyoz gücüyle insin istenen, hınçla vurulan yumruklar, güçsüz bedenlerin zavallı savrulmaları… Kazanmak önemlidir, kavgaya çağırmak daha önemlisi.

Bu ilkelliği atlayan ileri sınıfların öğrencileri, yiyecek dolaplarının yanında evden paketi gelen küçükleri kıstırmışlar, istemez gibi istiyorlar; her çeşitten bir avuç: Ankara sucuklarından, kayısılardan, kuru üzüm, fındık-fıstık, pestil ve şemşamerden – Kayserilinin ağzına bir avuç atıp da elinin yardımına sığınmadan çitlediği, yürürken ardında kabuklu bir iz bıraktığı ayçekirdeklerinden en çok.

Sararmıştır kim bilir o fotoğraf, kaç yıl geçti aradan. Kum yığınının tepesinde beş kişi: Tuğrul, Doğan, Şadi’nin kardeşi Nataşa (o zaman kız gibi güzel bir çocuk), Dedeoğlu, ötekini çıkaramadım. Tuğrul idama mahkûm oldu, af yasasıyla ömür boyu hapisle kurtardı. Dolaşmadığı mapushane kalmadı. 1948 doğumludur, hapisten çıktığında ellisine merdiven dayamış olacak. Doğan kaç kez yattı, çıktı. Şimdi ülke dışında. Dedeoğlu doktor oldu; tutturdu doğuya gideceğim diye. İnsanlara adamıştır kendini. Yıllar sonra Ankara’da karşılaşmıştık. Gözleri biraz daha bozulmuş, saçları iyice seyrelmiş. Şadi dışişlerindeydi, kardeşi de galiba. Yahu, biz Kirkor’la, Agop ve Serkis’le sınıf arkadaşıydık. Onların soyundan mıdır sindirmeyle, öldürmeyle devlet kuracak olanlar?

Ayakkabı boyacısını çıkaracağım bir yerlerden. Dikmen’de güneş yanığı bedeniyle, gömleği fora etmiş, her fırsatta amuda kalkan Erol bu. Komşunun kızı Suzan -Tuğrul’un yaşıtıdır- hemen yanı başımızdaki kuyunun suyu kireçli bahanesiyle çeşmeye inerdi bağın eteğine. Şimdi anlıyorum nedenini. Ama bir denizci teğmenle evlenmişti; adamla evlerinin önünde tavla oynamıştık – üniforması bembeyaz, düşlerinde amiral. Nasıl akıl ettiysem, yenilmiştim. Çalıştığım kurumun kapısında ayakkabı boyuyor Erol. Tanımazdan gelsem. O beni daha önce tanıdı. “Dikkat et!” dedi yalnızca. Yukarıda arkadaşlara söyledim hemen: “Kapıya bile sivil polis yerleştirmişler, içeridekiler yetmezmiş gibi.” Sahi, ne yapıyoruz ki biz? Sendikacılık, yasaların tanıdığı bir haktır ve kullanılmalıdır.

Polis cipi, hayrettir, hiç sarsılmadan yol alıyor. Kitapları yakmaya kıyamadım. Nice keskin aydın kişinin, yaza girdiğimiz günlerde bacaları tüttü hep. Belki de banyoda yakıp, suyuyla gusül abdesti almışlardır. Elim varmadı yakmaya. Kara gün dostu arkadaşım, kardeşinin kömürlüğünde sakladı hepsini. İki enerji kaynağı bir arada. Ne çileli işmiş düşünmeye çalışmak! Kontrgerilla oluşmamış henüz. Adamlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Çoğumuzu adamdan sayıp ilk furyada içeri alıyorlar. Eh, şimdi girdik aydın sınıfına. O sınıfla sınıfsızlık arası tabaka çoktan sınıfta kalmıştır, ya. Peki, sınıfı geçen kim?

Yıllardır hep böyle olur. Sıkıntıdaysa başım, o ezgi deler düşlerimi—adını koyamadığım: marş desem değil, türkü hiç, hiç değil. Derinden gelen, kol kola yürüyen kitlelerin deprem kadar derinden, sevda kadar içli, bilgi gibi ak kanatlı coşkusudur, yatak odamızın içinden geçen.

Alman doktor, yapay sevecenliğin goncalarını kondurmuş donuk gülüşüne: “Eşiniz bana gelemeyecek kadar hasta olamaz. Atalarınız Viyana kapılarına dayanmışlardı üç yüzyıl önce.” Tek sözüm yetiyor: “Önyargılısınız!”

Gündüz vakti, yarım saate kalmadan, hem de muayenehaneyi kapatıp geliyor. Karım sıkılıyor; yatağın yanında ütü tahtası açık, üstünde öteberi. Ortalık biraz daha düzenli olsaymış keşke. Doktor giderken asansörü çağırıyorum, istemiyor. Merdivenlerden inip çıkmak daha sağlıklıymış. Son söz kendisinde kalsın diye geldi, biliyorum. Aydınlık yüzünün ve mesleğinin saklayamadığı yanını kusuyor: “Sizde gizli saldırganlık var!”

Yatağının gıcırtısından anlıyorum uykunda döndüğünü, oğlum. Annenin başına hantal elimi tüy yumuşaklığında dokundurmaya çalışıyorum. Ateşi hâlâ düşmemiş, dudakları kupkuru. İlacı almasına iki saat var daha…

…Ana rahmine süzülüyorum geriye doğru, tek hücreye dönüşüp atalarıma kavuşmaya. Zaman içinde şimşek hızında bir yolculuk bu, tökezleniyorum. Mağaraların dibinde dehşetten büyümüş gözler; saklanmak, nereye? Alkolle dolu kavanozun içindeki tepetaklak taşakkapan, görünmüyor tel tel beyaz kurtçuklardan. Sürüngenin doğal asalağı bunlar. Tül perdeleriyle sarmışlar koca alâmeti, kefen olmuşlar. Akdenizli komşularımız, ayağı yerde baldır biçimi şarap şişesine basmışlar Dionisos’un kırmızı kanını; kısmet olmadı içmek Kayseri’nin şarabını. Yurdumuz hepten atölyenin arkasına döndü. Tuğrul’a yazmaya elim varmıyor, kaçıncı kez hücreye atılıyor. Doğan’a telefon etmeliyim, sıpaya. İkimize de Deli Haydar sıpalığı yakıştırmıştı—“küçük inatçı” demenin hoyratçası. Serkis ölmüştü, anımsıyorum. Şadi’yi de vurmuşlardır veya vurulacaktır. Polis Erol ya müdür yardımcısıdır ya da müdür. Ama mutlaka işkence tezgâhlarında bellettiği yüzüyle arananlar listesinde. Kalabalıklar geçiyor gene odayı bir baştan; sonsuzda, belki de yakın gelecekte haykıracakları türkülerin neşesiyle dolabın aynasında dans ediyorlar. Ütü, tahtasının üstünde deli gibi gidip geliyor. Saldırganım ben, sal-dır-ga-nım, sal-dır…

“Uyu, canım karıcığım. Daha ilacını almana zaman var. Hep böyle oluyor, biliyorum; sen ateşlendiğinde ben sayıklıyorum. Bakarım canım. Oğlan üstünü açmıştır gene.”

Akıllı oğlum benim. Adını ben koydum senin, anneni kandırıp. İyi uykular, canım yavrum.

Not: Bu öykü çıkaracağım Kırıntılar öykü kitabımdan bir bölümdür.

Yavuz Kürkçü

Siz de fikrinizi söyleyin!