Deneme,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Toplum

Eleştirmek / Geliştirmek / Yol Göstermek

Yazının başlığında yer alan üç ifadenin de eş anlamlı olduklarını düşünüyorum. Gerilere giderek bu söylediğime birtakım dayanaklar getirmem gerek:

Eğitimin her kademesinde — ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite — öğretmenlik yaptım. En zevkli olanı ilkokul öğretmenliğiydi. Birinci dönemi öğretmensiz geçen birleştirilmiş sınıfların birinde, bir köy okulunda görev aldım (I, II, III. sınıf). 1. ve 2. sınıfları geçtim, 3. sınıfta bile doğru düzgün okuma yazma veya basit dört işlem bilen tek bir öğrenci yoktu. Öğrencilerin çoğu, şu ya da bu nedenle, öğretmensiz kalmıştı.

Bir takım çabalara girdim, bir şeyler yaptım ve öğretim yılının sonunda üç aşağı beş yukarı hedefime ulaştım. Kimseyi sınıfta bırakmak öğretmenliğim boyunca aklımdan hiç ama hiç geçmedi. Bana göre öğretmenin görevi; öğrencileri birbiriyle kıyaslamak değil, herkesin kendi hızında ilerlemesini sağlamaktı.

Öğrencileri motive etmek için basit sınavlar yapar, sınavdaki başarıyı bir motivasyon aracı olarak kullanırdım. Sınavları çoğunlukla sınıfın önünde, sözlü olarak yapardım. Bu şekilde öğrenciler topluluk önünde konuşma, kendini ifade etme ve özgüven kazanma becerileri edinirdi. Yanlış yapma hakkı ise en doğal haklarıydı. Tahtaya kalkan öğrencilerimi, öğretmenliğim boyunca, başarısız bir halde yerine oturtmadım. Soruyu bilemeyen ya da konuyu anlatamayan öğrencilere ya türkü söylettim ya da fıkra anlattırdım. İnanırdım ki, herkesin başarılı olduğu bir yanı mutlaka vardır.

Yılsonu geldiğinde köyde kirazlar yetişmişti. Hamdi’yi tahtaya kaldırdım. Ne yaparsa yapsın, sınıfı geçecek, bunu bir tek ben biliyordum. “Hamdi,” dedim, “tek bir soru soracağım. Bunu bilirsen 4. sınıfa geçeceksin.” Öğrencilere de sessiz olmalarını ve karışmamalarını söyledim. Soru şuydu: “Kilosu 5 liradan bana 4 kilo kiraz getirdin, sana kaç lira vereceğim?” Hamdi tebeşiri eline aldı, önce 5 ile 4’ü toplamaya kalktı. Arkalardan, “Olur mu Hamdi?” fısıltıları gelmeye başladı. Yazdıklarını sildi tedirginlikle. Bu kez 5’ten 4’ü çıkarmaya çalıştı, ama yine fısıltılar yükseldi. Hamdi, güvensizliğinin etkisiyle tekrar sildi. 5 ile 4’ü çarpıyordu ki, hafiften “tamam oldu” sesleri yükseldi. “Siz karışmayın,” diye sınıfı uyardım. Hamdi’nin tedirginliği ve güvensizliği devam ediyordu. Sonunda, yine sildi ve bu kez 5’i 4’e bölmeye kalktı. Sınıftan sesler yükselmeye başladı: “Ne yaptın Hamdi!” O ise tebeşiri yerine koydu, bana doğru yaklaştı ve “Sizden para almam öğretmenim,” dedi. Hamdi, 5. sınıftan iyi dereceyle mezun oldu. Onu kesinlikle kayırmamıştım.

Bir gün Türkçe derslerine girdiğim 8. sınıfta, bir öğrenci yaptığım sınav sonucunda düşük not almıştı. Öğrenciye, sınıfın önünde, sınavını geçersiz saydığımı ve onu bir hafta sonra yeniden sınav yapacağımı söyledim. Aldığı notu kendisine yakıştıramadığımı, seviyesinin kesinlikle bu olmadığını söylemeyi de ihmal etmedim. Sertlik bana yakışmazdı ama rolümü oynamalıydım. Sorumlu olduğu konuları da hatırlatmıştım.

Öğrenci bozulmuş bir şekilde sırasına oturdu. Onuru kırılmamıştı, ama kafası karışmıştı, belli ki. Ben ona bunları söylerken teneffüs zili çalmış, yandaki sınıfın öğretmeni bir şey sormak için kapının önünde beni bekliyordu. Çay saatiydi, öğretmen odasına birlikte girdik. Öğrenciye söylediklerimi duymuş olmalı ki, çaylarımızı içerken bana, “Sınavını geçersiz saydığın öğrencin bir sonraki sınavda da başarısız olursa ne yapacaksın?” diye sordu. Cevabım netti: “Aptal mıyım ki bilemeyeceği sorular sorayım ona?” Herkesin önünde yaptığım sözlü sınavda, ona yönelttiğim soruların hepsini yanıtlamıştı, ama tam not vermedim. “Ben senin zeki ve akıllı olduğunu kanıtladım. Sen de bundan sonra çalışkan olduğunu kanıtla, tam notu o zaman alırsın,” dedim.

O öğrencim üniversiteyi kazandığında sevincini benimle paylaşmaya gelmişti. Sözlerinden aklımda kalan şu oldu: “Benim hayatım o gün değişti. Yaptığınız sözlü sınavda başarılı olduğum gün… Galiba o gün, aklımın ve yeteneklerimin sınırlarına doğru açılmaya başladığım gündü. Üniversite sınavlarında iyi bir yer kazandığımı öğrendiğimde, ilk siz geldiniz aklıma. Payınız çok büyük.”

Bir gün, resim öğretmeni rapor aldığı için ders boş geçecekmiş. Okul müdürü, dersimin olmadığı saatte, öğrenciler gürültü yapmasın, birbirine zarar vermesin diye o sınıfa girmemi istedi. Hayır, benim görevim onları susturmak, başlarında dikilip sessiz kalmalarını sağlamak olamazdı. Öğrencilere, “Resim defterlerinizi çıkarın,” dedim. Konuyu hemen belirledim: Sevdiğiniz bir gömleğin resmini yapacaksınız. İstediğiniz renge boyayabilirsiniz, demeyi de ihmal etmedim. Harıl harıl çalışmaya başladılar. Bir süre sonra resimler boyanmaya başlandı. Öğrencilerden biri huzursuzdu. Üstü başından yoksul olduğu belliydi. Birkaç ay önce nöbetçi öğretmenliğim sırasında, zil çaldığında öğrencilerin dersliklere koştuğu sırada, o öğrenci, bitmemiş bir simidi yerden alıp yemeye çalışırken dikkatimi çekmişti. Yanındaki arkadaşından boyalarını istedi, ama alamadı. Olanları sadece izledim. Dersin son dakikalarına doğru, yapılan çalışmaları kontrol etmeye başladım. Sıra o öğrencinin resmine geldi. Resmini neden boyamadığını sordum. “Boyalarım yoktu, arkadaşlarım da vermedi,” dedi. Sonra ekledi: “Ben beyaz gömlek seviyorum hocam!” Yaratıcılığını kullanmıştı. Onun resmini, derste yapılan en iyi gömlek resmi olarak ilan edip panoya astım. Bir gün resim öğretmeni olacağı ve ziyaretime geleceği hiç aklıma gelmezdi. Kendini tanıtmasa tanımam mümkün değildi.

Dergicilik yaptığım sırada, aynı zamanda bir üniversitede şiir dersleri de veriyordum. Bir gün, şiir yazdığını söyleyen bir öğrencime, bir şiirini dergide yayımlayacağımıza söz verdim. İçi şiir dolu, 366 sayfalık bir defter getirdi. O gece, defterde dergiye alabileceğimiz tek bir şiir bulamadım. Ne kötü! Yine de rastgele bir şiir seçip yayımladım. Çünkü söz vermiştim. Defteri geri verirken, şiir kitapları ya da şiir dergileri okuyup okumadığını sordum. “Etkilenmeyeyim diye okumuyorum,” demesin mi? Ona, “Bu bir tembellik. Ben bir kova okuyup bir damla yazıyorum,” dedim. Bu ifademi çok sevdim sonradan. O öğrencim şimdi yazmıyor, ama iyi bir okur oldu. İyi bir okur olmak az şey mi?

Şimdiye kadar pek çok kitap hakkında tanıtım yazıları yazdım. Kitaplarda önemli bulduğum yanları öne çıkardım. Yazarla veya şairle kitabı hakkında konuşurken, eğer eksik veya yetersiz bulduğum noktalar varsa, mutlaka söyledim, ama nazik bir dille.

Örneğin, bir yazara, “Öyküleriniz bana, çok fazla öykü okumuş bir yazarın yazdığı öyküler gibi gelmedi,” dediğimi hatırlıyorum. Bir şairin şiirinde “Sibirya menekşesi” ifadesini görünce de, şaire, daha önce “Afrika menekşesi” ifadesini bir başka şairin kullandığını, bu yüzden şiirinin kopya çekilmiş gibi bir his uyandırdığını söyledim. Az okuyan ama yazan bir arkadaşım, bir gün beni övmeye kalktı. “Şöyle yeteneklisin, böyle yeteneklisin,” diye uzattı da uzattı. “Benim yetenekli oluşumu kendi tembelliğine gerekçe yapma!” diyerek tersledim. Ayrıca, “Ben çok üzüldüm bu değerlendirmenle; benim çok yönlü okurluğumu hiçe saydın, verdiğim emeği görmezden geldin,” dedim.

Şu an gözümde yüzlerce yaşanmışlık canlandı, ama daha fazla uzatmanın yararı yok.

Eleştirmek, birinin koluna girmektir. Birini geliştirmek istiyorsanız, onu yıktıktan sonra ayağa kalkmasını beklemekle olmaz bu iş. İçtenliğinize inandıkları sürece herkese yol gösterebilirsiniz.

Annemin bir sözü aklıma geldi: “Taş bile yumuşar oğul, yeter ki sen kaskatı olma.”

Bu yazının sonuna “zorlaştırma, kolaylaştır” sözü de çok yakışır.

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!