Deneme,  Ekonomi,  Felsefe,  Gundem Arşivi Klasikleri

Endüstrileşmiş Ahlaksızlığa Karşı Direnişe Çağrı

Ahlaksızlık artık endüstrileşmiştir ve kâr getirisi olan bir tutum olarak yayılmaya devam etmektedir. Hem de kelimenin tam anlamıyla. Sadece genel yaygın bir durum değildir toplumumuzda. Ahlaksızlık artık kelimenin gerçek anlamında para etmektedir. İstenen, arzulanan ve gerekirse pazarlanabilen bir yetenek olmuştur. Bir kişi hakkında bir dedikodu yayılacak. Elbette. Yeter ki karşılığı verilsin. Birine iftira mı atılacak, kara mı çalınacak. Tabi ki, hemen, baş üstüne! Yeter ki karşılığında istenen meblağa ödensin. Birisi hakkında bir itibarsızlaştırma kampanyası mı yürütülecek. Hiç kuşkusuz, hemen. Yeter ki gerekli peşinat ödensin ve gerisi için de yeterli teminat verilsin.

Öyleyse ahlaksızlık artık ‘alan memnun, satan memnun’ meselesi; ‘al gülüm, ver gülüm’ konusu olmuştur. Yeter ki ‘cash’ işlesin; yeter ki nakit, masanın üstüne konsun.

Ahlaksızlık her şey gibi metalaşmıştır ve her şey gibi alınıp satılır hale gelmiştir. Ahlaksızlık kâr getiren bir ticaret nesnesine dönüşmüştür. Ahlaksızlık para karşılığında icra edilen bir mesleğe dönüşmüştür. Bir şeyin metalaşması ona olan ihtiyaca işaret eder. Bu bakımdan modern toplumun gelinen aşamasında ahlaksızlık, öyle görünüyor ki, çok yaygınlaşan ve piyasa değeri olan bir ‘kara ticaret’ konusu olmuştur. Bu duruma nasıl gelindi?

Klasikleri Hatırlamak Gerekiyor

Adam Smith, 1776 yılında yayınladığı Ulusların Zenginliği’nde modern toplumun ekonomik yapısından kaynaklanan ahlaki, hukuki ve politik manipülasyon gücüne dikkat çektiğinde; bu, o zamanın okuruna muhakkak bir abartı gibi gelmiştir. Karl Marx, aynı gerçekçi bakış ile modern toplumun ahlakı çürüten yapısını ve ilişkilerini gözler önüne serdiğinde; bu, birçok 20. yüzyıl okuru tarafından dahi bir abartı olarak değerlendirilmişti. Bugün modern toplumun en derininde, deyim yerindeyse çekirdeğinde gözlemlediğimiz çürümenin kokuşmuş halini anlamak için Smith ve Marx gibi klasikler yeterli gelmiyorsa; ahlakın kapitalizmin emperyalizm aşamasında ekonomik ilişkilerde gözlemlenen parazitleşmeden kaynaklandığına dikkat çeken John Hobson’un bugüne kadar hakkı verilemeyen Emperyalism kitabı okunabilir. Lenin, emperyalizmin ekonomik ve politik yapısını analiz etmişti, Hobson ise emperyalizmin ahlaki yanını incelemişti. Bugün bu iki eserin beraber okunması gerekir.

Modern toplum, bilindiği gibi bir piyasa ve dolayısıyla rekabet toplumudur. Ünlü filozof Hegel, “burjuva toplumu” olarak tanımladığı piyasaları bir dipsiz bir kuyu olarak tanımlıyor. Hegel’e göre, dipsiz kuyuda kurulan ilişkilerin niteliği karşılıklı bir hiçleştirme ilişkisidir. Buna göre, “Burjuva toplumunda herkes kendisine amaç, başka her şey kendisi açısından hiçbir şeydir.” Eş deyişle piyasalarda insanların birbirleriyle kuruduğu ilişkilerde herkes kendisini mutlaklaştırır. Başka her şeyi bir hiç, başka herkesi basitçe hiç değerinde varlıklar olarak görür. Piyasaların yapısı ilişkileri herkesin iradesinden bağımsız olarak bu şekilde belirler.

Rekabet Vasattan Daha Kötüsünü Var Ediyor

Rekabet, Thomas Hobbes’tan beri bildiğimiz üzere güçler çatışmasıdır. Adam Smith, alışveriş ilişkilerini karşılıklı hükmetme, karşılıklı tahakküm ilişkisi olarak tanımlar. Halk arasında da zaten “alım gücünden” bahsedilir. Hatta insanlar alım güçlerini bir gurur konusu olarak temaşaya dahi sunarlar. Piyasa ilişkilerinin bu şekilde karşılıklı bir güçler savaşı olarak tanımlanmasından hareketle Marx ‘ekonomik ilişkiler politik ilişkilerdir’ demiştir.

Rekabette güçlü ve kurnaz olan, iyi yalan söyleyebilen kazanıyor, akıllı, dürüst, zeki ve ahlaklı olan değil. Diğer bir deyişle, Hobbes’un işaret ettiği gibi, nasıl ki savaşta adil olmak bir erdem değil ise, piyasa ilişkilerinde, yani rekabet ve güç ilişkilerinde de dürüstlük bir erdem değildir. Piyasa ilişkilerinde en yüce “erdem” ahlaksızlıktır. Piyasalar, sürekli çürümüş, yalanı ve aldatmayı güç olarak kavrayan insan ve toplum ilişkileri ürettiği için, Friedrich Engels’in deyimiyle insanı insanlıktan çıkarırlar adeta. İnsanlıktan çıkmadan var olmak adeta mümkün değildir. Ama mesele ‘tuzun çürütülmesine’, insan haysiyetini koruyan çekirdeğin çürütülmesine müsaade etmemekte, ahlaksızlığa direnebilmekte yatıyor.

Örgütlü Kötülük ve Saçmanın İdaresi

Ahlaksızlığı erdemi olarak kavrayan çürümüşlük iş hayatımızda, kurumlarda, sendikalarda, derneklerde partilerde en yaygın olarak karşılaşılan olgudur çağımızda. Yetenek, beceri, zekâ, etkinlik ve nüfuz bakımından daha üstün olduğuna inanılan insanların “hakkından gelmek” için ahlaksızlar kötülüklerini örgütlü hale getirirler. Bu nedenle onların oluşturduğu çevre için “örgütlü kötülük” deniyor. Örgütlü kötülük bugün en yaygın bulaşıcı ahlaki hastalıktır.

Örgütlü kötülük, ilkesizliği ilke edinen postmodern saçma ile çalışır. Her duruma ve koşullara hemen uyar ve kendisini hep asıl olduğunun zıddı gibi, yani kötü değil, iyi, çirkin değil, güzel, bencil değil, yardımsever, yalancı değil, dürüst gibi göstermeye çalışır.

Örgütlü kötülük toplumumuzda öyle bir safhaya ulaşmıştır ki bugün; bundan artık endüstrileşmiş bir durum olarak bahsetmek hiçbir şekilde yanlış olmayacaktır. Zira kötülük yapmayı ücretli meslek haline getirmiş yaygın bir kesim vardır. Bu nedenle ahlaksızlık endüstrileşmiştir derken, kötülüğün yalnızca yaygınlığına ve örgütlülüğüne dikkat çekmek istemiyorum; bununla örgütlü ahlaksızlığın aynı zamanda artık bir gelir kaynağı ve ticaret nesnesi olduğunu da vurgulamak istiyorum. Kötülük artık pazarlanmak üzere “değer” üretiyor ve bunun için borsa kuruyor.

Örgütlü ahlaksızlığın bir cinsiyeti yoktur. Yerine göre erkekliği de kullanılıyor kadınlığı da; sağcılığı da kullanılıyor solculuğu da; en “basit” kişilerden en yüksek unvana ve mertebeye sahip kişileri de kullanıyor; en alttaki mevkileri de kullanıyor, en yukarıdaki mevkileri de. Örgütlü kötülük her tarafta, ahlaksızlık kâr getiren bir zanaat haline gelmiştir.

Sıklıkla en masum ve en dürüst sandığımız kişiler çıkabiliyor kurulmuş bir tezgâhın ardından. En saf ve en temiz sandığınız bir kişi karşınıza iftiracı olarak dikilebiliyor. Entrikalarla dolu yaşam dünyamızda kötülüğün alıcısı çoktur ve herkesi ayartmaya çalışır.

Çürümeye Direniş Tek Çare

Ahlaksızlığın örgütlü bir şekilde yaygın olduğu dünyada aklı nasıl koruyacağız, gerçeği nasıl bulup takip edeceğiz?
Bu sorunun tek bir yanıtı vardır. Yöntemsel şüpheci bir yaklaşımı her daim bir tutum olarak geliştirmek yapılması gereken ilk şeydir. René Descartes bu konuda bugün bize en çok lazım olandır. “Düşünüyorum, o halde varım” düsturu, bilgi kirliliğinin her tarafta olduğu ve kendisini gerçekmiş gibi göstermeye çalıştığı, manipülasyonların, hileciliğin, yalanın, dolanın, sahtekârlığın gırla gittiği günümüzde en iyi düşünsel panzehridir. Yukarıda işaret ettiğim kaynaklar bu yöntemle kaleme alınmıştır ve tuzu çürütmeye karşı korumanın en önemli düşünsel araçlarını sunarlar.

Düşünürken, fikir oluştururken, karar verirken, hep gerçek olgulara ve gerçek verilere dayanmak, iyi niyetimizin ve samimiyetimizin kötüye kullanılma tehlikesine karşı mümkün tek doğru yoldur. Gerçek olgulara ve verilere dayanmak tek çaredir, çünkü bugün artık dünya, siyasetinin açıkça ve resmi olarak başvurduğu “posttruth dünya”, yalanın gerçekmiş gibi gösterildiği dünyadır. Tüm günlük ilişkilerimize kadar sinmiş bir durumdur ahlaksızlığın para etmesi.

Sözün bir kadri kıymeti kalmamıştır artık. Yeterli ekonomik, politik, bürokraside sahip olunan yeterince etkili ilişkilere sahip değilseniz ıslak imzalı sözleşmelerin dahi bir geçerliliği kalmamıştır. Bu durum, tam da Hobbes’un ‘herkesin herkese karşı savaş’ yürüttüğü durum olarak betimlediği durumun kendisidir. Zira savaş durumunda sözün kıymeti kalamaz, söze güven olmaz.

Emeklilik yaşına gelmiş bir akademisyenin dahi, hatta gerçeğin peşinde olduğunu iddia eden sözüm ona bir felsefe profesörlerinin bile yüzü kızarmadan yalan söyleyebildiği, dedikodu yapabildiği, çıkarı için gerekirse her şeyini ticaret nesnesi yapabildiği, herkesi feda edebildiği, yaygın tabir ile “satabildiği” bir dünyada yaşıyoruz artık. Toplumların en üst seviyesinde temsili görevde bulunan yetkililer herkesin gözünün içine baka baka yalan söyleyebiliyor ve bu, toplumun büyük bir kesimi tarafından iyi yalan söyleyebildiği için ödüllendirilebiliyor.

Gerçek insani değerler tüm dünyada gittikçe daha çok değersizleştiriliyor, hiçleştiriliyor. Ve bu gelişmeler Almanya’da Nazizm’in iktidara geldiği, İkinci Dünya Savaşı’na ön gelen evrede gözlemlenen ve yaşanan gelişmelere çok benziyor. Bu nedenle zaman, dürüstlük, yardımlaşma, dayanışma, eşitlik ve özgürlük, hakir görene karşı ezilenlerin yanında olma gibi insani değerlere dört elle daha çok sarılma, tuza sahip çıkma, çürümeye inat ahlaklılığı yaşatma zamanıdır. Çağımızda, gerekirse ağır bedeller ödemeyi göze alarak direnemeyen hiç kimse gerçek anlamda “yaşadım” diyemez.

Prof. Dr. Doğan Göçmen

Siz de fikrinizi söyleyin!