Deneme,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Kurgu

Gözyaşlarının Sessiz Tanığı – Sessiz Çığlıklar

Eski Güçlü Babam
Ahmet, 60 yaşında, hayatının büyük kısmını çalışarak ve ailesine bakarak geçirmiş bir adamdı. Babası Hasan, 86 yaşında, güçlü ve kararlı bir adam olarak biliniyordu. Ancak Alzheimer hastalığı, Hasan’ın zihnini ve bedenini yavaş yavaş ele geçirirken, Ahmet kendini umutsuz bir mücadelenin içinde buldu.

Ahmet, babasının bakımını üstlendiği günlerin birinde, evdeki sessizliği bozan tek şeyin babasının anlamsız mırıldanmaları olduğunu fark etti. Hasan, eski günlerdeki gibi güçlü değildi; zihni bulanık, hareketleri tutarsızdı. Ahmet, babasının gözlerinde kaybolmuş bir çocuk gibi bakarken, içindeki acıyı daha da derinden hissediyordu.

Kaybolan Anılar
Her gün, Ahmet babasının yanına oturur, onunla konuşmaya çalışırdı. Ancak Hasan, çoğu zaman Ahmet’i tanıyamazdı. “Baba, ben Ahmet. Oğlun,” derdi Ahmet, sesi titreyerek. Hasan ise boş gözlerle ona bakar, çoğu zaman cevap vermezdi.

Bir gün, Hasan eski bir fotoğraf albümünü karıştırırken, “Bu çocuk kim?” diye sordu. Ahmet’in kalbi kırıldı; babası kendi gençliğini bile tanıyamıyordu artık. “O sensin baba, gençliğinde,” diye cevap verdi Ahmet, gözyaşlarını gizlemeye çalışarak.

Ezici Yük
Ahmet, babasının bakımını üstlenmenin fiziksel ve duygusal yükü altında eziliyordu. Gece yarısı uykusundan uyanıp babasını kontrol ederdi, çünkü Hasan bazen evin içinde dolaşır, nereye gittiğini bilmeden kaybolurdu. Bir gece, Hasan’ı mutfakta buldu; elinde bir bıçak vardı ve onu tanımadığı bir yabancı gibi korkutuyordu. Ahmet, babasının elinden bıçağı alırken, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.

Ahmet, her gün biraz daha yıprandığını hissediyordu. Kendi hayatını yaşamayı, kendi ihtiyaçlarını karşılamayı unutmuştu. “Benim görevim bu,” derdi kendi kendine, ama bu görev bazen onu çaresiz bırakıyordu. Hasan’ın eski günlerdeki gibi ona yol göstermesini, ona güç vermesini özlüyordu. Ama artık o güçlü baba yoktu; onun yerine yardıma muhtaç bir yaşlı adam vardı.

İkilemler
Ahmet, babasının bakımını üstlenirken, kendi hayatını ihmal etmek zorunda kaldığını fark etti. Kendi çocuklarına ve eşine yeterince zaman ayıramıyordu. “Babamı bir bakım evine mi yerleştirsem?” diye düşündü. Ama bu düşünce bile onu vicdan azabıyla kavuruyordu. Babasını bırakmak, onu yarı yolda bırakmak gibiydi. Ancak her geçen gün daha da zorlaşıyordu; hem fiziksel hem de duygusal olarak tükeniyordu.

Sessiz Anlar
Bir gün, Ahmet ve Hasan bahçede oturuyorlardı. Ahmet, babasının elini tutarak, ona çocukluk anılarını anlatmaya başladı. Hasan, gözlerini kapatmış, sessizce dinliyordu. Ahmet, babasının elini sımsıkı tutarken, içindeki sevgiyi ve çaresizliği hissediyordu. “Babamı kaybediyorum,” diye düşündü, “ama onunla geçirdiğim her anı değerli” diyerek de özverili yaklaşıyordu.

Ahmet, babasının bakımı süresince pek çok şey öğrendi. Sevgi, sabır ve fedakarlık, her gün yeniden anlam kazandı. Babasının hastalığı, Ahmet’i derinden etkiledi ama aynı zamanda onu daha güçlü kıldı. Her ne kadar zorlu bir yol olsa da, babasının yanında olmak onun için en önemli şeydi. Babasının gözlerinde kaybolmuş çocuğu bulmaya çalışırken, kendi içindeki güçlü adamı keşfetmişti.

 

 

Sessiz Çığlıklar

 

Anıların Gölgeleri
Hüdaverdi, 60 yaşında, çocukluk arkadaşı Ahmet ile yıllardır irtibatını koparmamıştı. Ahmet’in babası Hasan’ın Alzheimer hastalığına yakalandığını öğrendiğinde, içinde tuhaf bir kıskançlık hissetti. Ahmet, babasına karşı hala derin bir sevgi besleyebiliyordu. Oysa Hüdaverdi’nin babasına karşı hiçbir olumlu duygusu yoktu. Babasının bakımını üstlenmesinin tek sebebi, annesinin yükünü hafifletmekti.

Hüdaverdi, her gün babasının yanına gidiyor, onun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Babası Hulusi, 85 yaşında, katı ve duygusuz bir adamdı. Hüdaverdi’nin çocukluk anıları, babasının sert disiplinine ve sevgisizliğine dair anılarla doluydu. Hüdaverdi’nin babasına karşı duyduğu hissettikleri, kırgınlık ve öfkeydi.

Beklentilerin Yükü
Hulusi, Alzheimer hastalığı ile birlikte daha da inatçı ve zor biri haline gelmişti. Her gün, Hüdaverdi’ye bağırıyor, onu aşağılıyordu. Hüdaverdi, babasının her parlamasını ve inatçılığını kendine karşı bir saldırı ve kin olarak algılıyordu. “Neden bu kadar zor olmak zorunda?” diye düşünürdü, her seferinde. İçindeki öfke ve üzüntü, her gün biraz daha büyüyordu.

Bir gün, Hüdaverdi babasının odasına girdiğinde, Hulusi ona bakarak, “Sen neden buradasın? Bana ihtiyacım olanı bile veremiyorsun,” dedi. Hüdaverdi, bu sözlerin ağırlığı altında ezildi. Babasının beklentilerini hiçbir zaman karşılayamamıştı ve bu duyguyu tekrar tekrar yaşamak onu derin bir bunalıma sürüklüyordu. “Yine başarısız oldum,” diye düşündü, içindeki acıyla.

Sessiz Çığlıklar
Hüdaverdi, annesine ve kendi ailesine olan sevgisiyle babasının bakımını üstlenmeye devam ediyordu. Ancak her geçen gün, kendi içindeki boşluk büyüyordu. “Artık dayanamıyorum,” diye düşünürdü sık sık. Babasının gözüne girememenin verdiği hayal kırıklığı, onun için katlanılmaz bir hale gelmişti.

Hüdaverdi, kendi hayatının yaşamaya değer olmadığına inanmaya başlamıştı. Her gün, hayatına son vermeyi düşlüyordu. Ancak annesini yalnız bırakma düşüncesi onu bu karanlık düşüncelerden uzak tutuyordu. Yine de, bu duygularını ne annesiyle ne arkadaşlarıyla ne de kendi ailesiyle paylaşmaya cesaret edebiliyordu. Korkuyordu; anlaşılmamaktan, yargılanmaktan ve en önemlisi, sevdiklerinin de bu yükü taşımak zorunda kalmasından korkuyordu.

Karanlığın İçinde
Hüdaverdi, babasının yanında geçirdiği her anı bir yük olarak hissediyordu. “Neden ben?” diye sormaktan kendini alamıyordu. Babasının her davranışı, her sözü, onun içindeki yaraları daha da derinleştiriyordu. “Babamı mutlu edemiyorum, onun beklentilerini karşılayamıyorum,” diye düşünürdü, her gece yatağa girdiğinde.

Bir gün, Hüdaverdi annesiyle otururken, gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı. Annesi, onun yüzündeki acıyı gördü ama ne söyleyeceğini bilemedi. Hüdaverdi, “Anne, ben artık dayanamıyorum,” dedi, boğazı düğümlenerek. Annesi, onun elini tuttu ve “Oğlum, sen elinden geleni yapıyorsun. Babanın hastalığı seni de zorluyor, biliyorum,” dedi. Ama bu sözler Hüdaverdi’nin içindeki acıyı hafifletmedi.

Sonsuz Karar
Hüdaverdi, hayatının bir noktasında, bu yükün altında ezildiğini hissetti. “Belki de artık kendi yolumu çizmeliyim,” diye düşündü. Ancak annesini ve ailesini düşününce, bu düşünceyi bir kenara itmek zorunda kaldı. Kendi içindeki karanlıkla başa çıkmaya çalışarak, her gün biraz daha yıpranıyordu.

Hüdaverdi’nin içindeki sessiz çığlıklar, her geçen gün daha da büyüyordu. Onun için hayat, sadece babasının beklentilerini karşılayamadığı bir mücadeleden ibaretti. Kendi hayatının değerini bulmak için çabalarken, babasının gölgesinde kayboluyordu. Ve her gün, hayatının kıyısında, sessizce kendi varlığını sorguluyordu.

İçinde bulunduğu bu zifiri karanlıkta Hüdaverdi’nin cep telefonu ekranı parladı. Bir mesaj gelmişti. Ahmet’ten gelmişti o mesaj:

“Canım arkadaşım Hüdaverdi, nerelerdesin? Uzun zamandır görüşemedik. Seninle sohbetlerimizi, seni çok özledim. Seni yakın zamanda görmek istiyorum. Ne zaman müsait olursun? O eski dertsiz ve mutlu günlerimizi seninle beraber hatırlamak istiyorum. Beni lütfen ara.”

Hüdaverdi, gecenin yarısında, hiç beklemediği bir anda gelen bu mesajı okuduktan sonra derin bir mutluluk ve huzur hissetti, gözlerinden sıcak bir şelale gibi yaşlar akmaya başladı ve kısa bir süre sonra, aylardır yaşamadığı derin bir uykuya daldı.

 

Nizamettin Karadaş

1964 İstanbul doğumlu. 1972 den bugüne kadar Düsseldorf, Almanya ikametli. Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, 2 yetişkin kız çocuğu babası. 12 yıl Avukatlıktan sonra mesleğini bırakmış, her konuda meraklı, araştırmacı, analist ve okumasını seven rahat ve huzurlu bir insan.

Siz de fikrinizi söyleyin!