Edebiyat,  Gundem Arşivi Klasikleri

Onaltıya

Babam evde hiç söz etmemişti işten, Lâzı nerede, nasıl tanıdığından. Belki tanımıyordu da, bilen biri salık vermişti. Demokrat Partiliydi babam. Parti için her şeyini satıp savmıştı. En son dükkânı elden çıkaralı yıllar vardı. Birilerinin himmetiyle bulmuştu ofisteki işini. Başlangıçta hoşnuttu, sonra tartışır olmuştu şefiyle. İçimden bir ses diyor ki, elâlemle didişmesi kâtibe kızlara gösteriş yapma arzusundandır. Ömür boyu bokuyla kavga etti. Üç yıl art arda aynı kentte, aynı işte çalıştığını görmedim.

İzmit’e taşınalı bir yıl olmamıştı henüz. Ortasından demiryolu geçer İzmit’in. Kentin ortası olur mu demeyin, İzmit’in ortası vardır. Demiryolunun iki yanında yüzlerce yıllık çınarlar… Adam asıldığını tarih kitaplarında mı okumuştum yoksa uyduruyor muyum? Belediyenin keskin nişancılarının yaprak dökercesine çınarlardan karga vurduğunu çok gördüm.

Çınarların ardı sıra dükkânlar uzanır, İzmit’in ortasında. İstasyona doğru pişmaniyeciler, pastaneler. Ne güzeldir acıbadem kurabiyesinin tadı! Ayakkabıcılar, tuhafiyeci, zücaciyeciler. Balıkçılar az içerde kalır; kokusunu duymadan geçemezsin. Kedileri de unutma! Özellikle yazın, her an öğle uykusundan kalkarcasına mahmur, balıkçılar sokağından tren yoluna ağır adımlarla salınarak inen kediler. Fevziye Camisinin, kütüphanenin oradan sonra dükkânların üst katlarında oturanların çocukları, ana caddeyi kesen sokakların arasında hiç gürültü çıkarmadan oyunlarını oynuyorlar.

Adamın dükkânına sabah erkenden gelmiştik. Babamın boyunda, iyice perdahlı tıraştan yüzü kıpkırmızı, hızlı konuşan bir adam Lâz. Ben onbeş yaşındayım; gözlüklü, temiz yüzlü, çekingen. Biraz açılayım diye bu yaz işini ayarlıyormuş babam (yolda giderken öyle demişti). Ama derinden derine sezinliyorum işin aslını: Eve katkıda bulunayım diye çalışmamı istiyor. İşten çıkartılacaktır yakında. Belki çoktandır işsiz de bize sezdirmiyor.

Babamla Lâz söyleşirken dükkânı inceliyorum. Fırdolayı elbiseleri asın, bir masa-sandalye, bizi de içeri alın; adım atacak yer kalmıyor. Anlaşılan, kırmızı suratlı, koca burunlu Lâz anlaşmaya vardı pederle. İşin inceliklerini öğrenmeye geldi sıra. Hiç dükkân kapısında durmayacakmışım, müşteriyi kaçırırmışım. Kuru temizleyicilerde atölye başka yerde olurmuş; siparişler hazır olunca işçiler getirirlermiş. Müşteri her zaman haklıymış. Hepsi bu kadarsa, yaşadık. Lâz babamla vedalaştı, babam benimle. İlk çalışma günüm başlıyor. Patron az sonra “Eyvallah, ben işe gidiyorum“ deyip ayrıldı. Ne işine gidiyor acaba?

Hiç kimse gelmesin, benim zavallı, tecrübesiz hâlimi görmesin istiyorum. Çınarlarda kargalar… İlerideki geçitten, tren geçmeden iki dakika önce çalan çıngırak sesleri geliyor. Geçit kapandı ama çok acelesi olanlar parmaklığın üstünden atlayacaklardır; kaç kez ben de yaptım aynı şeyi, üstelik sevdiğim kız yakınlarda bir yerden geçmezken, geçme umudu da yokken.

Yandaki dükkân saatçi. Sahibi Mesut ağabey, “Hayırlı olsun!“ demeye geliyor. Çocukken felç geçirmiş, topallıyor; hem de kekeme. Ama çok iyi yürekli. Saatçinin yanındaki depodur. Demir yüklü bir kamyon yanaşıyor önüne. Camekânlı bölmeden kasılarak çıkan iyi giyimli genç adam şoföre bir kâğıt imzalatıyor, kopyasını veriyor. Kamyon homurtuyla uzaklaşıyor. Demirler içeri girmeden satılmıştır. İyi giyimli genç adam ceketinden görünmez tozları fiskeleyerek camekânın arkasına geçiyor. Mesut ağabey, hiç şaşmaz bir düzenle akıp giden zamanı şaşırıp kendisi gibi aksayan saatleri onarmak için ayrılıyor yanımdan. İçim güvenle doluyor.

İlk müşteri bir kadın, omzuyla beli aynı kalınlıkta. Genç de değil, yaşlı da. Yaz sıcağında tiril tiril mantosu ve başörtüsüyle İzmit’e yaraşır dindarlıkta. Fırınlara börek, güveç verince elimize tutuşturdukları türden bir kupona sımsıkı yapışmış. Askılarda duran elbiselerden numarasının eşini arıyorum. Kağıdın üzerine alacağım paranın tutarı da yazılmış. Kuponu çekmeceye koyarken koçanı görüyorum, topluiğneleri, naylon torba ve tel askıları. Ne kolaymış iş hayatı!

Benim yaşımda, kırmızı yanaklı, güçlü-kuvvetli delikanlıyı neden sonra fark ediyorum kapıda. Yasak bir iş yapıyormuşum gibi hızla kapatıyorum çekmeceyi. Oysa küçücük dükkâna sızan, çınarların esirgediği aydınlığın soluvermesinden anlamalıydım orada dikildiğini. Gözleriyle, yanaklarıyla, alnıyla, her yanıyla gülüyor. Ben de utangaç gülümsüyorum. “Yeni misin?“ diye soruyor. Yanıt beklemeden kendini tanıtıyor Cemal. Yaşamını ayaküstü özetliyor. Patron gibi Karadenizlidir ve uzaktan akrabadırlar.

“Amma çok çalıştın, yahu. Öğle tatilinde dükkân kapatılır. Gel benimle!“ diyor. Askılarda bir tuhaf kokan elbiselere danışırcasına bakıyorum. Aklımdan omuz silkip gülümsüyorum yeniden, peşine düşüyorum. Kapıyı kilitlerken gözüm levhamıza takılıyor: Pirispat. Bin türlü anlam yakıştırıyorum, olmuyor. Akşam patrondan sorarım.

Dükkân köşe başında. Sokağı sola dönünce hemen arkadaki eve, patronun evine giriyoruz. İki küçük sarı oğlan bacaklarımıza dolanıyor. Merdivenlerden Lâz’ın karısı iniyor. Cemal kucağına aldığı sarı oğlana sımsıkı sarılıp öperken kadınla hiç anlamadığım türden gülüşüyorlar. Kadın çocukları alıp sokağa çıkıyor. Cemal’in yüzüne al al kan yürümüş. “Ah, yengeciğim” diye göğsünü yumrukluyor. Bir odaya giriyoruz, avludan bozma. Duvar boyunca tahta tekneler, içinde fırçalar, ütü masası, gazocağının üstünde iki küçük ütü ısınıyor – ısınmıyor, kızarıyor. “Çalışmazsam başka şeyler yapacam, valla!” diyor Cemal. Anlayamıyorum onu. Ütünün birine yapışıyor, kovanın içindeki suya daldırıyor. Yaz günü ansızın buharlara bürünüyor, avludan bozma serin oda. Ütüyü yanağına yaklaştırıyor. Sonra gene kovaya daldırma işlemi, gerekli ısıyı buluncaya kadar.

Ütü tahtasının üzerinde buruşuk, hizaya girmeyi bekleyen bir tomar bembeyaz gömlek. Hızlı hızlı, ustalıkla ütülüyor. Patron, Karamürsel’deki Amerikan üssünün çamaşırhanesinde vardiyalı çalışırmış. Dükkânın adını, oradan yürüttüğü temizleme tozundan uydurup da koymuş. Karısı daha yirmisinde yokmuş. Merdiven altında yatan Cemal, sabahları gusül abdesti alması için kocasına tenekeyle su ısıtmaya inen yengesini gördükçe çıldırıyormuş. “Kendimi nasıl tuttuğumu bir ben bilirim” diye inliyor Cemal, elindeki ütüyü yanağına yaklaştırırken.

Gömlekleri bir çırpıda ütüledi. Yardım ediyorum askılara asmaya. Ütü yapmayı ondan öğrendim. Pantolon çizgilerini tutturmayı, kuru temizlemenin sırrını da. Mesleğin inceliklerine giriyorum yavaştan. Temizlemede kuru olan yalnızca sabun, o da suya girince ıslanıyor. Elbiseleri, eteklik ve pantolonları tekneye atıp basıyorlar Arap sabununu. İnatçı lekelere yeşil sabun. Deterjanlar çıkmamış daha piyasaya. Dükkânda teneke kutulardaki fışkırtma Amerikan ilâçları müşterilere gösteriş olsun diye orada duruyor. Kan ve pas lekesi çıkarmaya yarıyor. En önemlisi dükkânın isim babası: Pre-spot, her derde deva.

Cemal habire anlatıyor. Yengesi kızıl-sarı saçlarıyla aramızdan hiç gitmedi sanki. Kadınla ilgili hiçbir kötü duygu geçmesin içimden istiyorum; patrona değil ama Cemal’e ihanet edecekmişim gibi geliyor. Birden haykırıyor yeni arkadaşım. Pantolonun içini ütülerken dikiş yerlerine yuva yapmış binlerce besili bit oraya buraya dağılıyorlar. Patronun oğullarının saçları gibi sarı, saydam böcekler. Cemal’i bitleriyle baş başa bırakıp kaçıyorum.

Köşeyi dönmeden yol üçe çatallanıyor. Birkaç basamakla çıkılan terzi dükkânının altı bodrum. Kara-kuru, çolak bir adam eski kitap satıyor; arada bir okumak için kiraya da veriyor. Adam hem veremli, hem de komünistmiş. Aldırmıyorum. Kitapları tam istediğim cinsten. İl kitaplığındaki gibi kara bez kaplı değil hiçbiri. Tümü de aydınlık yüzleriyle durmaksızın çağırıyor insanı. O yaz kitaplardan başımı kaldırıp yoldan geçenlere bakarken hepsini de çok sevdim. Orta yaşlı, çapkın gülüşlü, hafiften bıyıklı kadın müşteriye sevdalandım. Mesut ağabey ilk gençlik aşkımla dalga geçiyor ama olsun, varsın. Tam dükkânın önüne geldiğinde burnunu kaldırıma sümküren hamaldan bile iğrenmiyorum. Nereye koyduğumu anımsayamadığım ilk öykümü, şiirimi yazıyorum; çeviriler yapıyorum. İri çınar yaprakları tren yoluna süzülüyor. Onbeş yaşımı bitiriyorum; liseye başlayacağım.

Not: Bu öykü Kırıntılar öykü kitabımdan alıntı.

Yavuz Kürkçü

Siz de fikrinizi söyleyin!