Edebiyat,  Gundem Arşivi Klasikleri

Penceremden

Güneye bakıyor pencerem, çiçeklerle donanmış. Çoğunun adını bilmem. Karım da bilmez ama sevgiyle büyütüyor onları. Pencere benim, çiçekler onun. Sularken konuşur, tozlarını alırken okşar. Evin içi bahçeye döndü. Günün birinde kaldırıp hepsini atacağını söylüyor. Yalan, tabii; cilveleşiyor çiçekleriyle. Yarın bir ip örgüsü sar kancayla gelip içine saksıyı yerleştirir, kapının pervazından sallandırır. İşin yoksa sula, yapraklarını ayıkla.

Sandalyemden balkonun zeminini göremiyorum ama belleğimin gözleriyle bakıyorum. Annemden aldığımız halı ancak yarısından biraz fazlasını örtüyor. Çıplak kalan bölüme hanımelini yerleştirdik. İkinci yazdır açıyor. Önce pembe çiçeklerle, sonra renkleri sarıya dönüyor. Sıcak Ankara yazlarında iki katlı evlerin bahçelerini çepeçevre saran hanımellerini akşamları emekliler sularken nasıl kokarlarsa, öyle kokuyor buradakiler de.

Alt kattakilerin ve onun altındakilerin haftadan haftaya, geleneklerini sürdürmek için olsa gerek, pişirdikleri ekşi lahanalı domuz yemeklerinin kokusunu neredeyse bastırıyor. İşte, biliyorum, şu balkon demirlerinin üstünde hanımeliyle komşu, sarmaş dolaş olanın adını: begonya. Kokusunu alamıyorum ama içeriden de, dışarıdan da bakınca güzel görünüyor, apartmanda oturanların yalancı cenneti.

Hayrettir, bugün gökyüzü mavi. Sol aşağıdan sağ yukarıya uzanan aralıklı bulutlar, tekdüzeliği bozsun diye serpiştirilmiş. Soldan ay yürüyor belli belirsiz. Evlerin, öteki yapıların çatılarından başka yanını göremez sandalyemde oturan. Düşlemeye de yasak yok, ya! “Bellidir çoğunda yaşamın nasıl sürdüğü“ diyecekken vaz geçiyorum. Soldaki büyük mağazanın ardında kuzeye giden tren Japon otomobillerini götürüyor. Koca apartman, ortak titreşime geçti; raylarla, vagonlarla birlikte salınıyor; tren duruyor, biz gidiyoruz sanki. Bu kez güneye doğru hızlanan bir başka tren giriyor araya.

İster istemez gözlerim büyük mağazaya kayıyor: İçinde tavanlara kadar yığılı her çeşit malın sergilendiği, yaşlı Almanların kendilerine ancak bir sosis, bir elma, kedilerine de mama alabildikleri mağazaya. Bizim oturduğumuz blokların kiracısı dar gelirliler gösteriş olsun diye midir, yoksa ceplerinin çapını bilemediklerinden midir, alışveriş arabalarını gereksiz şeylerle doldururlar. Kazak erkekler – yalnız Türkiye’de mi olur ağır erkekler – birayı kasayla alırlar. Devlet yardımıyla geçinenlerse daha sert içkileri yeğlerler, daha büyük dertleri unutmak için. Bugün öğleden sonra kapalı mağaza. Üstelik Noel’e üç hafta kalmışken, bir Cumartesi günü. Patronu paraya doymuşlardan. Öteki dinlere bakılırsa İsa sanki Hristiyanlığı tüketim maddeleri daha çok satılsın diye uydurmuş. Ancak bu patron başka patron; ne İsa’ya metelik veriyor, ne de paranın sesini dinliyor. Tanrı cezalarını versin, dükkân kapatan patronların. Ekmek almak gerek ama dışarı çıkmayacağım. Pencereden bakmak istiyorum bugün yalnızca.

Mağazanın karşısında, blok evlere inat, kocaman bahçeli tek bir yapı kalmış. Sahibi satmıyor. Kim bilir kimlerin ağzı sulanıyordur, oraya apartman yapıp paraları cebe koymayıp ve de keyfine bakmayıp gene apartman yapıp gene apartman yapmak için. Evin sahibi bahçeyi tarhlara bölmüş, çiçek eksinler diye birilerine kiralamış. Adamın öldüğünü söylediler; yaşlı karısı gene de satmıyormuş. Evi görmeden düşlüyorum bahçeyi; bir de duraktan yüksek bloklara gelinceye kadar tutamayıp bahçeyi saran çalılara çişini yapan adamı. Ben kızıyorum, karım bilgiç bilgiç kabahati adamın prostatına yüklüyor. Bana kalırsa çok bira içiyor. Köln’den buraya kadar yarım saatte gelirken tramvayda çişini nereye yapıyor, değil mi ya!

Ay iyice yükseldi. Bir süredir uçağın gürültüsünden olacak, esintisini işitemediğim rüzgâr, bulutları sürükleyip götürmüş. İlerideki fabrikanın yüksek bacalarından fışkıran dumanları da seçemiyorum artık. Hava giderek kararıyor, karşımda NARÇİÇEĞİ!

Ben ortada oturuyorum; solumda 327 Serhat, sağımda 382 Muzaffer. İkisi de küçük liman kentinin yerlisi. Ortaokulu da burada okumuşlar. Biz kente yeni taşındığımız için benim numaram binbeşyüzlerden. Şehrin tek lisesinin 5-Fen A şubesinde yetmiş kişiyiz. Onun için üç kişi bir sırayı paylaşıyoruz.

Muzaffer uzun boylu, sağlıklı bir genç adam. Tarih meraklısı. Oturduğumuz sırada kürsüyü yandan en iyi gören o. Tarihçi Şükran Hanım bacak bacak üstüne atmış, etekliği hafiften sıyrılmış ders anlatırken bir yandan gözleriyle içer kadını, öte yandan hiç durmaksızın sağ bacağını titretir. Şükran Hanım büyük kente atanınca Muzaffer’in tarih merakı sona erdi, kendini biraz gecikerek basketbola verdi. Babası sağlık memuruydu. Birkaç kez evlerine gittiğimde gecelik entarisi ve namaz takkesiyle gördüğümde, mesleğini adamın kalıbına yakıştıramamıştım.

Serhat kısa boylu, kumral, tatlı bir çocuk. Evde annesinin pohpohlamalarını gerçek sanıp kendisini film artisti sayıyor. Alnına yerleştirdiği perçemiyle kızların hep birarada oturdukları sıralara dönüp hüzünlü bakışlarla onları süzüyor. Taşra liselerinde kız-erkek aynı sınıftadırlar, ayrı sıralarda otururlar. Sınıf arkadaşları yasak meyvaya benzer. İçinden öyle gelmese bile kardeş gözüyle bakacaksın. Serhat’ın derdi de bu.

Ben kendime güvenimi liseye başlayınca kazandım. Önceleri içine kapanık bir çocukken edebiyat merakı biraz geveze yaptı beni. Yaşımın gereği, ünlü ozanlara öykünüp yalancıktan şiirler karalıyorum. Bir tür kendini gösterme hevesiyle öğretmenin yerine şiir saatleri düzenler oldum. Ders kaynadığı için sınıf arkadaşlarımın işine geliyor.

Taşrada kız-erkek arkadaşlığı kolay kurulamaz. Küçük kentin öğrenci gençleri ders aralarında, okul yolunda bakışmakla yetinirler. Sonra hatıra defteri, anket defteri derken sayfaların arasına sıkıştırılan mektuplarla olabilirlikler araştırılır. Ben çok mektup yazdım, hep başkalarının adına. Muzaffer’in ağzından yazdıklarıma özen göstermiyordum. Onun güçlü-kuvvetli yapısı, mektuplardan daha etkiliydi bence. Buna karşılık Serhat için şiir kitaplarından kalıp sözcükler aşırıp edebi değeri sıfır olmasına karşın sevgililerinin kanını damarlarında daha hızlı akıtacak, başı sonu belirsiz süslü cümleler düzdüm. Serhat’ın yazıştığı kızları, birinden gayrı, tanımadım. Ders yılının sonuna doğru mektuplaşmanın tadı kaçmış, herkes başka işlere sardırmıştı. Serhat ise yeni sevgilisine yazacağım mektuplara başlık bulmuştu: “Narçiçeğim“. Pek benimsemiştim bu benzetmeyi ben de. Narçiçeğine üç mektup yazdım yalnızca ama hiç tanımadığım bu kıza delicesine âşıktım. Neden bilmiyorum, üçüncü mektuptan sonra Serhat, artık kendi mektuplarını yazabilecek kıvama geldiğini söyleyip beni incitmeden devreden çıkardı.

Kızla buluştuklarını babasından öğrendim. Adamcağızı en çok üzen şey, oğlunun çapkınlık yapması değil de gecekonduların, fabrikaların, çöplüklerin yakınında dolaşmalarıymış. Babasının romantiklik anlayışına sığmıyordu. Ona kalsa, insan bir kayık kiralar denize açılırdı.

Kızı ilk ve son kez İngilizce öğretmenimizin sevdiği öğrencilerini evine dâvet ettiği gün gördüm. Yaz başlangıcıydı. Ceket giymiştim. Askıya asıp oturma odasına girerken gözgöze geldik. Zaman, mekân, kişiler, her şey buğulandı, silindi. Yalnız biz vardık. Baştan ayağa duyguyla donandığım için ellerim tutmaz olmuş, su bardağını düşürüp kırmışım. Uğur getirir, diye teselli ettiler. İçimde yanardağ kaynarken öğretmenimiz buz gibi canerikleri ikram etti.

O gün nasıl geçti, neler konuşuldu hatırlamıyorum. Biz bakışarak her şeyi anlattık. Gözlerimizle vedalaştık.

Tek başıma eve doğru yürürken ceketin cebine daldırdığım elime yuvarlak bir şey geldi. Aldım, baktım: Bir erik – aynı çekirdekten çıkma, birbirine yapışık ikiz caneriği.

Yaz tatilinde bir başka kente taşındıklarını öğrendim. Başlamadan biten sevgim, sesini bile duymadığım sevgilim, Narçiçeğim, elveda!

Yavuz Kürkçü

Not: Bu öyküm çıkaracağım Kırıntılar adlı öykümden bir bölüm.

Siz de fikrinizi söyleyin!