Deneme,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Hatıra,  Toplum

Yaşam/a Sanatı

Okur’a hayatıma/yoluma katışan iki kişiden bahsedeceğim.

Sırrı; Ağustos 2022 İskenderun İSdemir’de rölöve alacağız, uçakla Adana’ya vardık oradan kaça kaça İskenderun. İsdemir İSG ofisinde toplantı sonrası anladık ki yanımızda getirdiğimiz iş kıyafetleri kabul görmüyor (yazlık bulundu bizim kıyafetler), İSG’ye dedik ki ne yapacağız? gelen cevap net: ne yaparsanız yapın bu kıyafetlerle içeri giremezsiniz. Ulen siz çağırdınız bizi ….la havvvle velaaa……… neyse. Attık dışarı kendimizi, künefe yiyeceğiz, nasılsa Hatay şurası iki adım, yolda/dağda Belen tava yiyeceğiz önce serin serin, üstüne Hatay da Kral künefe (sonra öğrendik ki Kral künefenin İskenderun şubesi de varmış) kaça kaça (sıcaktan) düştük yola, Belen’de serinledik, indik aşağı Hatay da künefe yedik ve yandık ama, çok güzel oldu, kafamız daha iyi çalışmaya başladı. Neyse akşama doğru döndük tekrar İskenderun düzüne, stres yok ama zaman dar. Sorduk soruşturduk, dediler ki sizin işinizi Terzi Sırrı çözer, vardık bulduk Sırrı ustayı, dedik ki böyle böyle, Sırrı usta dedi ki, kardeş ağustosun ortası 20 güne okullar açılıyor, bütün atölye gece gündüz okul kıyafeti dikiyor, 4 takım iş elbisesi hele de yarın sabaha mümkün değil, gidin bir hafta sonra gelin. Dedik ki Sırrı usta İstanbul’dan misafir geldik böyle mi ağırlıyorsunuz! Çok gücendi Sırrı usta, hemen seslendi içeri doğru bacısına “dört süvari” , süvariler gelmeden Sırrı usta boynundaki mezurayla ölçülerimizi çoktan almıştı. Sırra usta bizi ölçtü iş kıyafetlerimizi dikti, biz İSdemir’i ölçtük rölöve çıkardık işimiz zamanında bitti ve döndük. Terzi Sırrı, Nusayri ocağına doğmuş olsa da kul olamamıştı. O tarafa giderseniz mutlaka uğrayın kime sorsanız “terzi Sırrı” gösterirler, size süvari ikram eder, lokum götürün halini hatırını sorun, eğer yoksa oralarda bir dostunuz olsun, tıpkı benim gibi.

Saim; Mayıs 2011 Tripolide Saimi bir fabrika şantiyesinde ilk gördüğümde, şakirt tişörtü dışında şaşırtıcı bir görüntüsü yoktu, bildiğin kıvırcık saçlı kara mı kara bir zenci uşak (uşak sizi yanıltmasın o zamanlar 40 yaşlarındaydı ve/ya yanıltsın, görüntü uşak görüntüsüydü). O zamanlar Libya’da genel olarak, teknik kadrolar (müh. mim.) Mısırdan, işçiler ise Sudan vb. ülkelerden gelirdi (şimdi bilmiyorum nasıl) bizler de hiç öyle olmasa da/istemesek de, koordinatör/ceo vb. tafralara müstehak edilirdik. Saim ilk karşılaşmamızda elimi sıktı ve “hoşgeldiniz abi” dedi, inanılmaz bir Türkçe, çok şaşırdım hatta şok oldum ama, sonra o şantiyede Saim elim, ayağım, gözüm, kulağım oldu çok rahat ilerledik hiç iletişim sorunu yaşamadık, çünkü Saim hem Arapça hem de genel geçer Afrika dilini de biliyordu. Zaman içinde sohbet ettikçe Saim’in İzmir’li olduğunu öğrendim, dedesinin dedesi levanten gemilerinde köle iken, İzmir’i çok beğenmiş ve gemiden atlayıp yerleşmiş. Bilmem kaçıncı kuşak torun olan Saim ise çok ciddi, çalışkan ve sorumluluk sahibi bir efendi idi, Saim köle (uşak) olamamıştı. Yemekten girdik öyle devam edelim , Tripolinin mumbar’ı, kuskus’u çok muhteşem ama, onlar için bile gidilmez oralara, Saim de zaten İzmir’de yaşıyor, gitmeyin gerek yok. Çok yer gezdim ama Tripoli kadar lanet bir yer görmedim (Afganistan’ın, Irak’ın, Suriye’nin en kötü zamanları dahi, bu kıyasa dahildir). Adamlar denizin dibine, kumsalın üstüne muhteşem evler yapmışlar ama, çevresi 4 m duvarlarla çevrili ve sırtları denize dönük.

Sırrı ve Saim’i cürmümce tarihe kaydetmek istememin yegane sebebi, her iki yaşam ustasının da Türk olmaklığıdır. Din’lerin keşfinden sonra artık Türk doğmak mümkün olamamıştır, dinler ırkçılığın haşin/gaddar/vahşi karakterini sünnet etmiş olsalar da, insan/lığı ya kul ya da köle ederek, ırkçılığı aratır olmuşlardır! Türkden önce insan yoktu, köle vardı! Türkten sonra insan var oldu(!) ve din/ler eli ile kul edildi! Türk yaşam sanatını (töre) keşfettiğinden beri yeryüzünde insan’ın varlığından bahsedilebilir, berisi kaostur (bkz. greko-romen kaos tanımı). Bu yaşam sanatının (töre) ortaya çıkmasında, metodunun yazılmasında herhangi bir ırk’ın katığı var ise amenna, başımın üstünde. Bendeniz naçizane Türk olmaklığı Mustafa Kemal Atatürk’ten öğrendim, gayet net ifade ettiği şekliyle “ilhamımı gökten indiği sanılan kitaplardan değil, bizatihi hayatın kendisinden alarak” öğrendim. Bu yaşama sanatı beni yeryüzünde cürmüm kadar var eder oldu, ne kul oldum ne de köle!

Hülasa insan yaratabildiği kadar var olur ve “insan” sıfatını hak eder. Elinden geldiğince, cürmünce, kendi aklı/fikri/bileği/kiri/teri’nce yaşam sanatını kurabilen(!) şeydir insan. İnsan olmaklığın yegâne metodolojisi Türk Töre’sidir, İbrahim/i ve/ya Grek terminolojisi/mitolojisi değil.

Dogmaların ayağınıza dolanmasına müsaade etmeyin,
Klişelerin zamanınızı çalmasına müsaade etmeyin,
Elde ne var ona bakın,
Ufukta ne var ona bakın,
Ve ilerleyin!
Gözünüz ne/yi görüyorsa o kadar,
Kulağınız ne/yi duyuyorsa o kadar,
Eliniz ne/yi tutuyorsa o kadar,
Ayağınız ne/ye eriyorsa o kadar,
Ve gönlünüz ne/yi emrediyorsa o kadar,
“Tanrı’yı” esir alın ki özgür kalasınız.
Saygı duyacaksanız, iş’lere saygı duyun onlar saygıyı hak eder, inanç’lar iman’lar değil!
Türk’e bir din biçecekseniz illa, ki bunun adı sadeciliktir, mabedi/sarayı gök kubbe, kitabı tabiat ana’dır.
Daha ne/ye gerek!
Varsa bu faz’ın bir ödevi, bundan öte değildir!

Söz’lere değil söyleyene bakın, ki söz’ler tefsire mahkumdur, söyleyen ise yalnızca ardında bıraktığı iz’e. (Martin Luther 500 yıl önce bu sözün tam tersini yani “söz’e bakarım söyleyene değil” diyerek insanlığa çok zarar veren/verecek olan büyük bir kazık attı, ne yazık ki Martin Luther bugün pek çok profesörün idolüdür.)

Bu yazı ile canını sıktığım, kalbini kırdığım insanlar olduysa eğer, haber versinler, ki daha fazla kırayım, elimden geleni ardıma koymayayım.

Vesselam…..

Ezbey

 

deklere edenler başımın üstünde, dikte edenlere insafım yok!

Siz de fikrinizi söyleyin!