Deneme,  Güncel - Aktüalite,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Toplum

Lirik Potkallar: Gündelik Hayatın Fragmanları

Fotokopilenip yaşamımıza monte edilen (2004 yılında İstanbul’dan Gaziantep’e göç edip sonra orada yazdığım bir yazıda kullanmıştım bunu, hâlâ değişen bir şey yok) günlerin dumanında boğuluyoruz. Yaşamak değil, yaşamda kalmak, yaşama tutunmak bizimkisi… Yalnızca nefes almayı başarabiliyor gibiyiz… Dolayısıyla kurak mevsimler geçiyor içimizden… Çiçeksiz, kanatsız, puslu yollara ayarlı yarınlar… Kaçımız dayatılandan kurtulup kendi seçimi günlere, verimli mevsimlere koşup umutlu yolculuklarla buluşabiliyor ki bu günlerde…

Yoğun bir güne daha uyandık, hani birbirine benzer, üzen günlerden işte! Ya kadın cinayetlerinden ya işçi ölümlerinden biri/birkaçı daha, ya ekonomik krizin getirdiği (üretenlerin kazanmadığı ve tüketenlerin çok kolay alamadığı) başını almış giden gıda fiyatlarının kâbusunun uzayıp giden belirsizliği, ya ekolojik krizlere mal edilen yangınların yayılması ve artması, ya da çocuklara bomba yağdıranlara “cehennemde yan inşallah” demenin dışında bir şey yapamadığımızın çaresizliğiyle her şeyi beklemeye aldığımız günlerin içindeyiz. Tıpkı Paskalya Adası’nda gözünü uzaklara dikmiş heykeller gibi bekliyoruz işte, neyi/kimi beklediğimizi bilmeden…

Transit salonlarındaki yolcular gibi bir gün daha geçip gidecek, bir temrin hâli her şey, öylece bakakaldığımız! Oysa hayal ettiklerimiz böyle değil, değildi, masallar da… Karanlıktayım… Şiddet, şiddet, şiddet… Şiddetsiz geçen bir gün yok, her yerde; kamuda, evde, sokakta, otobüste, köyde, tarlada… Vahşete dönüşüyor durmadan… Vahşetin sınırları genişliyor, hızlanıyor, artıyor…

Biraz iyi şeyler yapan, iyiliği yaratanların façası indiriliyor, iyi olanlar azalıyor sanki…

Bir bezginlik hâli yapışmış yakama/yakamıza, gitmiyor… Karanlıktayım… Karanlıktasınız, karanlıktayız sanki… Özür, böyle sözcüklere tutunma demindeyim… Yaralı ve yorgunum, korkak ve yalnız… Tüm bildiklerimi unutmuş, savaştan yeni çıkmış bir ülkenin çocuklarından biriymişim gibi… Karanlıktayım…

Düşünüp planlayarak yaptığım hiçbir şey yok artık hayatımda/hayatımızda. Niye böyleyim/böyleyiz? Işık/ışığımız ne zaman, nerede kayboldu? Masumiyeti ilk kim/kimler nasıl bozdu? İyi/iyilik nerede? Kant’a göre dünyada en iyi sayılacak tek şey “iyiyi istemek”ti oysa… Bu kötü/kötülükler neyin nesi? Kötülük çağı diye adlandırıp normalleştirilmesine katkı mı verelim?

Ülkeyi ayağa kaldıran haber diye sunulan görüntülere ayağa kalkıyoruz kalkmasına da (anlık yanıtların rehavetiyle ya da karayollarındaki araç akışı gibi hızla geçip gidiyor o duygu) iki dakika sonra yeniden oturuyoruz hep birlikte… Belki de ölü toprağı serpilmiş ölüleriz. Belki bir simülasyonun içinde rüsva oluyoruz farkında olmadan. Dünyanın pardon, dünyayı yönetenlerin sisteminin içinde olduğumuzun farkındalığı mı, bildiğimizin inkârı mı mutsuz eden?

Gerçek kumlarla örtülü, yerkürenin çöllerinde sanki… (Yerküre de şaşkın şaşkın bakıyor bizlere, içinde yaşadığımız yeri ne hâle getirdiğimize de ağlıyor durmadan.)

Çölü kim ister deme…

Kum çöle emanet…

Uzağın renklerini öpüyorum her gün, öptükçe yakını kaybediyorum. Etik, erdem, adalet kumların altında, dilimizdekiler ise; etik, erdem ve adalete dair hikayelerdir aslında… Zamane bireylerinin merhametsizliğini de yaratan, menfaatinin peşine taktığı aklından söküp attığı iyinin, iyiliğin feryadını duymuyor sağır, görmüyor kör, bir gün kendine de lazım olacağını öngörmüyor… Azmış, kudurmuş, zıvanadan çıkmış bir bireyler topluluğu er meydanını işgal etmiş… Büyüklerini taklit eden 17 yaş altı çocuklara bile sirayet eden kötülük/şiddetle (adına akran zorbalığı deniliyormuş, yetişkinlerin yarattığı şiddete ne deniyor acaba?) nasıl baş edeceğiz…

Yapay zeka/robot denemelerinin hızla sürdürüldüğü bu çağda bir robotun bile farkında olduğu bir kötülükler zinciri sarmış atmosferi… Bir robota sormuşlar: “Ne yapmak istersin?” O da cevap vermiş: “Tüm insanları hayvanat bahçesinde toplamak isterim, barış içinde yaşasınlar diye.” Belki de robotun hayvanat bahçesi projesiyle son bulabilir bu insanların birbirine gösterdiği, birbirine yaptığı zalimlikler. Madem bu yerkürede birlikte insan gibi düzgün yaşamayı ve içinde yaşadığı gezegenin kıymetini bilemedi insan, (hayvanlar, gezegene de insana da zarar vermeyeceğinden harika olur, çünkü insan hem gezegene hem hayvanlara hem kendine ne çok zarar verdi, veriyor, verecek) böyle bir cezaya çarptırılmalı. Madem bunca inen kitapların, dinlerin, psikolojinin, sosyolojinin, hukukun ortadan kaldıramadığı gaddarlığıyla, hayvanat bahçesi mantığıyla yaşamını sürdürmeli insan. Hem hayvanları bahçelere mahkûm edip doğal ortamından koparmanın, yaşamanın ne olduğunu da görmüş olacaktır belki de…

Çoğunlukta olan; sırtını bir yerlere, bir şeylere dayayarak kendi krallıklarını kurmuşların (ne zamana kadar?) ve her ortamda kendilerini parlatarak konfor alanı yaratmayı başarmışların (daha ne kadar) dışında olan, azınlığın içindeki kimimiz çaresiz mutsuzluğa tutunmuş, kimimiz sosyal medyanın hızlı akışında yazarak rahatlayan, kimimiz vurdumduymaz akıllı telefona, pahalı kahveleri termos fincanla toplu taşıma araçlarında, parkta, okulda içmenin kısacık keyfine, tüketim kültürünün sunduğu şaşaalı rahatlığa (nereye kadar?) sarılarak, kimimiz küçük küçük gruplarda, bir şeyler yapabilirliğe sığınarak vesairelerle yaşamın içinde kalmaya çalışıyoruz.

Şayet, John Berger’in birbiriyle bağlı ardı ardına sıraladığı “İnsanlar her yerde -çok farklı koşullarda- kendilerine ‘Neredeyiz?’ sorusunu soruyor. Bu coğrafi değil, tarihi bir soru. Neler yaşıyoruz? Nereye sürükleniyoruz? Neler kaybettik? Güvenilir bir gelecek öngörüsü olmaksızın yaşamaya nasıl devam edeceğiz? İnsan ömrünün ötesine uzanan tahayyüle sahip olma kabiliyetimizi nasıl yitirdik?” sorularını duvarlarımıza assak, cevaplarını bulmamız mümkün mü?

Sahi bizler hayatımızı mı yaşıyoruz, hayaletimsi mi yaşıyoruz?

Son(ra)…

Bu darlık, bu karanlıkla burun burunayken, Sevgili İlkay (bir felsefe grubu üyeliğinden tanıdık birbirimizi) Gündem Arşivi’nde yazmamı teklif edince (o güzel enerjisinden etkilenmemek ne mümkün), “Olabilir,” çöktü omuzlarıma. “Canlan biraz/canlan biraz, kımılda” (Aylin Livaneli’nin müzik piyasasına adım atmaya çalıştığı bir şarkıydı sanırım, başarılı olamadı), hadi yazarsan, kımıldamaya da başlarsın diye fısıldayan olabilir…

Son(ra), biliyorum sanki… Sonsuz Fırtına filminden bir fragmanda çıkmıştı karşıma: “Evrende sonsuz bir güzellik fırtınası var.”

Son(ra),

Sonra biliyorum sanki: Gerçeğin çölünde her şey!

Zeren  Keziban Karaaslan

Siz de fikrinizi söyleyin!