Edebiyat,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Kitaplar,  Mitoloji

Karanlığı Uzun Şiirlerindeki Anasoylu Yansımaların İnceleme Denemesi

Şiir bazen bir sığınaktır; kendi elleriyle yaptığı, kıymetli olduğunu hissettiği yegâne yerdir belki de şair için… Belki de bazen kıyıda yaşamanın bedeli ya da ödülüdür. Bir hak ediş halidir, dışarıya inat… Bir korunma hali belki de ışıksızlığa çare, ışıklı zamanlardan, şefkatli kucaklardan kalma…

Arzu Demir’in bu kitabında, epey yıldır (araya tezli yüksek lisansı girince uzayan) üzerinde çalıştığım konunun temalarına (diğer kitaplarından daha belirgin, daha yoğun) rastlayınca, incelemeyi deneme ve çağrışımları da paylaşma isteğiyle, içindeki şiirlerle daha yakından ilgilenmeye başladım. Bu ilginin ortaya çıkardığı bir yazıdır bu; herhangi bir iddiası yoktur.

“Karanlığı Uzun” bir dünyanın içinde ara sıra kandil yakıp aydınlığı beklemeyi beceren ışık fakirleriyiz; malum, umut fakirin ekmeği… İnsanlık tarihinin karanlığı, bilinen insanlık tarihi kadar eski. Ataerkil kilometre taşlarının yollara döşendiğinden beri oluşan bir karanlıktır bu; beterin beteri…

Şafağı getiren ışıkları bir bir yakan, yaşamı kuran kadınlardı aslında… (Şimdi Taş Çağı’nın kadınlarının kokularını koyunlarında saklasalar da, korkuları baskındır çağın kadınlarının.) Siz ötekileştirilmeyi Eski Yunan, Roma ya da Mısır medeniyetlerinde mi oluştu sanırsınız? Diğer ırklara yönelik midir yalnızca? Ötekileştirme; erkeklerin, yani çocukların, doğumda kendi payını öğrenir öğrenmez yaptıkları ilk icraattır, ve hâlâ ötekidir kadınlar, her çağda ve her toplumda. Ve o yüzden:

“hak hak hakikat-i beşer
kaç bin soy
kimin yüzüyle giydirdin” (s. 33)

diye sorar şair. Dünyanın en eski ve ilk önyargısıdır bu başlatılan. Havva ve Pandora öyküleri mi dışladı kadınları yalnızca? Karanlık uzadıkça uzadı bu çağa, ta yarı tanrılıkla yetinmeyen Gılgamış’ın İştar’ı reddiyle tanrıçalığını kabul etmeyen edasıyla başlatıldı. Ve kâtiplerin elleriyle yazılan yazıtlarla yeryüzüne, zamanın akışıyla birlikte hiç durmadan yayıldı! Tanrıçaların ölümsüzlüğü ve kendi ölümlülüğünün kıyaslanmasından doğan hasedi, ölümsüzlüğün peşine düşen (aslında dünyanın efendisi olma yani tanrı olma yolundaki mücadelesi) destanında gizlenmiş olarak sızıp durdu zihinlere…

“kavruldu oğullarımın yadigârı
çatlak toprağıyla karnımdaki bu bahçe” (s. 21)

Gılgamış’ın annesi tanrıça, kutsal anne Ninsun, kıyabilseydi şımarık oğluna, yardım etmeseydi, neredeyse imkânsızdı aslında onun bu destanı yaratan yaşam hikayesi. Oğullar büyüyüp baba olunca olanlar oldu, binlerce yıl sonra dürtüp dizeler yazdırdı kutsal anne, neler olduğu anlaşılsın diye Arzu Demir’e:

“yere diz vurdular
sol memelerinde hep bir oğul kurşunu” (s. 25)

Babil’in yaratılış destanı Enuma Eliş’te zirve yaptı ötekileştirme: Tiamat’ın katledilişiyle tiranlık ve kıyım da başlar, öyle ki bu çağda şiire böyle yansır:

“sürüyor
can çukurumuzdaki kıyım mevsimi” (s. 59)

Kadının ilahi yerine ve anaerkil değerlere duyulan öfke, o yeri ve değerleri değiştirme hamleleriyle tüm mit ve yorumlarda büyüyerek çıkar karşımıza. Anaerkil benliğin ve anaerkil mantığın suistimal edilmesi, insanlığa yaraşmayan eşitsizliğin ortaya çıkması yalana, iftiraya dahildir. Marduk, Tiamat’ı kaos yaratmakla suçlar ve düzen getirmeyi vadederek (böylece ilk algı yönetimi de girer insan yaşamına, şimdilerde cılkı çıkan) öldürmeyi normalleştirmeyi de hedefler, sonuçta tanrıları doğuran tanrıçanın yaşamına tuzağa düşürerek, hileyle son verecektir:

“tanrının oraklarıyla biçerken katilin biri
İnsanlık
ne de teşneymiş örtmeye katilin üzerini”

Gılgamış ve Marduk, kadına duyulan ilk inanç biçimini değiştirerek tanrıları ön plana alıp, kadınların yarattığı değerleri de önemsizleştirdiler. Ne yazık ki insanlık onların belirlediği hattan ilerledi ve o hattı takip edenler, o günden bu yana, kadının yazgısı adı verilerek dayatılan, benimsetilen normları, kültürü oluşturdular. Anaerkil değerlerle biçimlenmiş yaşamın ataerkil düzene nasıl kolayca evrilmiş olabileceğini fısıldar gibidir şu dizeler:

“bilseniz
ne çok bağışladım sizi
sevebilmek için”

Oğullar büyüdükçe anaların yetkilerine göz diktiler, sonrası malum: analar oğulları tarafından tuzağa düşürülüp vuruldular, (ana yüreği bu kıyabilir mi ki oğullarına, erk olup savaşsın) onlar yine de bağışladılar, oğulların isteklerine karşı çıkmadılar, sevmekten de vazgeçmediler.

“sahi kimdiniz
incittikçe küçüldünüz”

Büyümek sevmek demektir, büyümek demek beslemek, koruyup kollamak demektir. Ana yetkili koşulları tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu konuda Robert Briffault, Analar adlı kitabında “topluluk birliğinin yarattığı diğerkâm kendiliğinden serpilmiş güdüdür, benim senin diye ayırmayı bilmez insanlar” der. Oysa tam da bu yüzden analarda kendiliğinden oluşmuştur yetki ve doğanın, doğalın mevkilendirdiği bu durum… Eski Taş (Paleolitik) Çağı’nda, doğanın koynunda, doğal seyrinde ilerliyordu adımlar ve zaman… Sonra Cilalı Taş Çağı’nda rotası değişti adamların ve adımların, doğadan, doğaldan ayrılarak bir düzen isteği yayıldı atmosfere… Marduk’un taahhüt ettiği düzen başladı ama düzen bu, entrikasız, hilesiz olur mu? (Oysa sıralandıkça kurallar, komuta, kontrol erkin eli erkekleri de ezdi.) İnsanlığın dirliği ve birliği bozuldu. Marduk’un iftira ve yalanlarından çıkan başka başka iftira, yalanlar ve normalleştirme becerileri tarihin raylarında hızla yol aldı, gelişti, serpildikçe serpildi, hormonlanarak gelip, bu çağın da kapısına dayandı:

“riyanın dili uzun
sustukça
hep aynı fasit daire
katil değişir de
katliam daimdir”

Yaktıkları ışıklar ve basireti söndürüldü, ana elinin rehberliğinde ortaya çıkmış ne varsa yok edildi, mağara duvarlarına çizilmiş ne varsa babalara mal edildi. Yapıcı, koruyan, şefkatli ruh ortadan kaldırılıp yerine yıkıcı, otorite ve tahakküme dayalı bir ruh reva görüldü yerküreye. Bazı kadınlar (Amazonlar) en önemli dişil değer olan insanın ilk besinini barındıran memelerini kesip savaşmayı denediler ancak gözü dönmüş büyümüş evlatların acımasızlığıyla baş edemediler, ne de olsa dişil ilkeyle biçimlenmiş anne yüzü taşımaktadırlar.

“ben
anne yüzlü kızların
yetim çocukluğunda kalayım”

Arzu Demir, toplumun konumlandırdığı kadının yerinden uzak durmaya çalışır.

“değişiyordu yolumuz durmadan” (s. 72)

Erk eliyle belirlenmiş o hattan ve alanlardan uzak, meydanlar belirler hep kendine ve piyasa ilişkilerinin olmadığı sahalarda, kendi tutunduğu ve bırakmadığı değerlerin olduğu vadilerdeki ilişkilerle muhabbet kurar.

“gördüm
tanrım
bıraktım ellerini
hayal kırıklığımsın
kavmim, kardeşim ve dahi tüm beşer
kör inançlarla boğazlıyor birbirini
sense başındasın karanlığın
gitgide açılıyor aramızdaki mesafe” (s. 66)

O’nun şiiri, başlangıçtan yani ilk kitaptan itibaren yetkinliğe meyilli bir şiir olarak karşımıza çıkar. Doğulu ipliklerden dokunmuş bir kumaşa sahip, bir mizaç ve duruşu vardır. Şiirleri de Doğulu ipliklerden dokunmuş bir tona sahiptir, şiirleriyle bütündür. Şiiri Arzu’nun yükünü, Arzu ise şiirinin yüzünü taşır; ancak tüm kadınların taşıdığı endişeleri, huzursuzlukları ve yaşanmışlıkları duyumsatır dizelerinde. Geçmişten seslenir günümüze, “karanlığı uzun” diyerek…

Sessizliğinden çıkan dizelerinde buluruz sesini, gündelik yaşamın koşuşturmacasının içinden dinginleştirip dile getirdiği dizelerde… Sesini yükseltmeden, sakince; ancak söyleyeceklerini esirgemeden söyler. Sözcükler aracılığıyla imgeye dönüştüğünde her şiir, sesini duymamızı istediği bir çağrıya dönüşür Arzu Demir’in…

“hadi dokuz kez yıkayalım dilimizi” (s. 69)

Arınıp ataerkil kodlardan, öyle bakalım bir de eski metinlere; çünkü anasoylu değerler ve bilgeliği, dipsiz kuyulardan çıkarılıp okunmayı, yorumlanmayı bekler:

“unutkandır ve sever ya geçmiş
yeniden yazılmayı” (s. 62)

Pek itibar edilmeyen, ana anlayışlı bir yaşamın varlığının tüm ayrıntılarını bulup gün yüzüne çıkarmak, anaların eliyle kurulmuş ne varsa görmek, söndürülmüş ışıklarını bir bir yakmak; yeni bilgiler, yeni gerçekler, yeni doğrularla bilgilenmek…

“bir kadın eliydim işte
kapıları ürkerek açan” (s. 7)

Kasti olarak ilgilenilmeyen, unutturulan bir kadın tarihi var elbet, ama gördük ki doğanın belirlediği yasalar doğruymuş demenin vakti geldi. İnsanın anlam veremediği hasretten oluşmuş, içindeki o büyük boşluğun sebebi, ana yetkin zamanların DNA’larda bulunması ve o zamanların aşinalığı ve kaybı değil midir? Düzen ve hakimiyet kurma arzusuyla bozulmuş, üzerinde yaşadığımız gezegenin durumu da malum… Vakti gelmese, iklim krizinin küresel sesi, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun canhıraş çabası duyulur muydu hiç bu denli? Belki de anasoylu idealin gerekliliğinin kabulüyle yakınlaşmayı haber veren sinyallerdir, herkesin görmesini bekleyen! Yaşadığımız zamana düşmüş bir işaret, müjdesi de ardından gelecek olan… Kim bilir?

“tohumlarımız
yere düşen çocuklar
ki yeniden yeşerecekler
yanık kefeninden Mezopotamya’nın” (s. 18)

Kadını mitlerle sarmalamış, kendi yarattığı algı yönetimiyle onun yazgısına hükmetmiş, onu tehdit ederek ve küçülterek yerle bir etmiş tanrıları sorgular.

Bu kitap bir şiir seslenişi, bir çağrı… Kadınlara bir hatırlatma… Yaşadıklarını söyleyen; atalarından, analarından bir ağıt belki de… Ya da belki de, ışıklı bir yol olacak okurlara… 

Zeren Keziban Karaaslan

 

Siz de fikrinizi söyleyin!