Deneme,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Şiir

Gülünün Yorulduğu Akşam

Yaşım üç, çocuktum; büyüdükçe etrafımdaki suların adını öğreniyordum, görmediğim daha büyük suların adını söylediler bana, Deniz dediler o büyük sulara.

Sonra gökkuşağının renklerini saydı ninem, üç renk sayabilmişti yaşlı ninem, üç renk konuşabilmişti…

Hüseyin!

Yusuf!

Deniz!

Üç renk doğdu, gökyüzünün kalbine hasret üç renk.

İsmindeki iniltidir Yusuf, bir kuyudur.

Kalbimizin anlamına boy veren yüreği büyük Hüseyin.

Sonra eski bir dere yatağında saklı anılarını anlattılar, biz çocuktuk o zamanlar, biz çocuktuk ve dünya henüz bu kadar kirlenmemişti.

Gülünün yorduğu bir akşamdı; ellerinde ince bir perde gibi duruyordu son mektubun.

Gözyaşı damlatan kalemler yazmıştı, tükenmez kalemler, son sözleri onlar söylemişti mektuplara. Ellerimizdeki güllere ünlem olan kalemler o zamanlar konuşabiliyorlardı.

Saat beş olmadan bitmişti bütün mektuplar, sevdayı kuşanan üç gül, bir daha solmamak üzere güneşi karşılayacaklardı.

Kalpsiz adamların ve yüzünde salya köpük “vatan millet Sakaryalı” haykırışların, kravatlı bir meclisin, kapısı halkına hiçbir zaman vicdan olmamış bu büyük meclisin nefesi atacak birazdan karanlığa kurulu şu darağacında…

Taylan’ın yanındaki bir acıya gömün beni diye yazmış “vasiyet satırların.”

Gülünün yorduğu akşamdı adınız Şarkışla’da bir kadının parmağındaki sızı oluyordu.

Sular çekiliyordu gülünün sustuğu akşam, “Hıdır Ellez” yardımcısı olsun dedi ninem. İşte sonra sular kendi gövdesine doğru çekilirken bir gül ağacının dibinde buluştu Hızır ile İlyas, kopmadı yine de dar ağcındaki asılı o urgan.

Avluda duran o budanmış kavak ağacına bakan gardiyan kolundaki saatin üstünü örtüyor; saat beş diyor, karşıdan bir ses; “halklar kardeş” diyor…

Üç uzun isim saydılar tek tek “devlet dersinde.” Avludaki bu üç isim cesareti çivilediler tarihin çarmıhına, devletin dersine karşı, isimleri tek tek sayılırken.

“Alnımda şafakların damgası

Yüzüm taşlarla özdeş

Vardım güllerin meskenine.”

Gülünün kuruduğu akşamdı; bakıp kendi ellerine, bu neyin yasıdır dedi cellat!

Sonra elindeki kitaptan zulüm alkışçısı olarak atanan beyaz kalpaklı iktidar duacısı, dünyanın cennetinden nasıl da korkuyor.

Büyüdüm, büyük sular tanıdım, büyük adamlar…

Yıllar geçti, ninem göçtü, aksakallı dervişin asasında hâlâ asılı durur yoksulluğun halkları.

Büyüdüm, büyük ihanetler gördüm, göğü soludum.

Yaşım elli iki, kırk dokuz yıl önce anlatılan bu masalın efsunuyla yaşıyorum.

Şimdi, dünyaya cem olmuş bir dervişin sesiyle kırılan o aşkın boynu gibiyim.

Aşk ve ihanet kol geziyor yeryüzünde, ölümler arttı, susturmak istiyorlar cesaret türkülerini.

Gidersen ben de mayısı yazarım demiştim nineme, ellerindeki dövmeleri bir tuz tadı yapıp yazarım. Sonra masalların sustuğu saatler geldi çattı, işte masalların sustuğu o saatlerde güneş sabaha gebe diyorlar…

Ninemin hatırımda kalan tuzdan ellerine yazıyorum seni, mayıs geldi yine, mayısın altısı, yemlikler beyaz kanıyor, otlar, çocuklar, dünya, yeryüzü, ve aşk…

Patlamaya hazır her tomurcuk dönmek üzere olan yeni bir hayata umut olsun diye sesleniyorsunuz oradan bize…

Oturdum mayısı yazıyorum;

mayısın solduğu akşam yar ağacında üç gözyaşı.

Mazlum Çetinkaya

Not: Tırnak içindeki söz Esat Şenyuva’nın.

Siz de fikrinizi söyleyin!