Deneme,  Edebiyat,  Gundem Arşivi Klasikleri

Kafeste

Anne kırkındaydı Almanya göçmenliğine başladığında. Mutsuz bir evlilik geçmişti başından. Beş yıl sonra ayrılınca babanın yanında kalan iki oğlunu bırakmıştı ardında. Boşandığında 22 yaşında olan şekerci Emin efendinin kızı Fazilet, mahkemenin ona verdiği küçücük kızıyla, koca evi Ankara’dan ana evi İstanbul’a dönmüştü; yenik ama yılgın değildi. Öyle anlatırdı uzun geceler boyu.

Büyük oğlu onyedisindeydi, küçüğü onbeşinde – yeniden tanıştıklarında. Anneyle küçük oğul ağlaşarak birbirlerine sarılırken kızıyla büyük oğul asık suratlarıyla tavanı inceliyorlardı. Asya’dan yola çıkıp bir türlü yurtlanamayanların torunları, Avrupa yollarına düşmüşlerdi o yıllarda. Naylon gömlek modası Türkiye’ye ya gelmişti ya da gelmek üzereydi. Yoksa nesi vardı Avrupa’nın? Yakın çevreden gidip gelen birileri mi bir şeyler anlatmışlardı? Yok, yok başka bir dürtüydü bu.

İlk işyeri çikolata fabrikasıydı. Soğuk banttan akan çikolataları kutularına koyardı makine düzeniyle. Elleri buz, sırtı ve duyguları sıcacık ve Fazilet’in yaşı kırk. Ülkesindeki akrabalarına gönderdiği fotoğraflarında hâlâ bir genç kızı andıran Fazilet.

Anayurda ilk yaz tatiline gittiğinde radyoda tesadüfen çalan bir Almanca parçanın nakaratını mırıldandığında akrabaları ve kızı övünçle dolmuşlardı. Fazilet köylüler gibi miydi ki, dil öğrenemesin! Anne benimle de Almanca konuşur; Türkçe anlayamadığımı sanıyor.

İşi, parlak kâğıtlı çikolatalar kadar tatlı olmadığından önüne çıkan fırsatı kaçırmayıp fabrika değiştirdi. Ellerini ve sırtını sıcak tutan bir işe girdi. Yaptığının hiç mi hiç önemi yoktu. Büyük oğlu on küsur yıl sonra yanına geldiğinde ne garip sorular soruyordu: Fabrikada ne iş yaparmış? Ne yapacak, herkes gibi bir elektronik makine parçası. Hangi parçayı mı? Ne bilsin; kırmızı telleri kırmızıya, mavileri mavilere lehimlerdi. O parça hangi makineye takılırmış? Ona ne yahu! Aydan aya kesintisi az maaş almak ister o. Peki, fabrikanın ürettiği herhangi bir makinenin bütününü görmüş mü? Elinin körü; iyice sapıtmış bu oğlan. Türkiye’den yeni gelenler hiç anlamazlar buradakinin halini. Kadına dert olmayın yeter. Bilmezsiniz ki, yeşil kabloyu yeşile bağlayan o eller akşam işten çıkınca bir başka yerde uçarcasına kaçak çalışıp büroları temizliyor, temizliyor, temizliyor… Her akşam yatıncaya dek sayısız kez yıkadığı elleri, ne işlenmiş, ne de tasarlanmış günahlardan arınabilmek için giriyor suya. Hepsi hepsi üzerine sinen pislikleri çıkarmak istiyor.

Önce kızını getirtti yanına; hiç alınmadım. O kızı, ben benim. Can dostuyum onun. Uykusuz geçen gecelerinin dert ortağıyım. Tortop olmuş uyurken soluğunu ensemin uçuşan tüyleriyle hissettiğimde gözümü bile açmam. Anne tatlı fısıltılarla sever beni.

Kızıyla çok iyi anlaştığımı söyleyemem. Kız eve geldiğinde ben sesimi çıkarmam artık; anneyi beklerim. Anne Almanya’ya geleli yirmi yıl oldu. Küçük oğuldan her mektup geldiğinde yüksek sesle okur bana. Küçük oğul onbeş yıldır hapiste. Olmayan bir düzene özlem duyduğu için içeri atmışlar. Son gelen mektubunu hücreden yazmış. Zarfın üstü çiçekli pullarla kaplı; on yıl önce tek pul olurdu. Zarfın içinden dökülen sözcükler de bozkır çiçekleri gibi: İnatçı ve güzel ve dikenli ve yaşam özlemiyle dolu.

Büyük oğlun da oğlu var. Büyük oğul kırkında. Anne torununu çok sever; beni daha çok. Birazdan mutfağa gidip yemliğe yemimi koyup getirecek. Kafesimi pencereye yaklaştıracak. Büyük oğulla karısı ve oğlu az önce gittiler evlerine, kızı sinemaya. İkimiz baş başa kaldık gene, anneyle kuşu.

Yavuz Kürkçü

Siz de fikrinizi söyleyin!