Deneme,  Gundem Arşivi Klasikleri

Kent, Mekân ve İnsan; Hrant Dink

Hrant Dink

Avucumda bir kayısı çekirdeği, kar yağıyor, şehirdeki tüm sesleri ele geçirmiş sanki çocuklar, rüzgâr estikçe sakalımdaki o kayıp notanın sesini duyuyorum.

Kar küreyen kadınlar, yeni bir bahara hazırlık yapıyorlardı sanki.

Geçtiğimiz üst geçidin demirden, soğuk, üşüyen kollarına tutunuyoruz. Çavuşoğlu Mahallesine iniyoruz, en son tütün işçisi Basri’nin evinde unuttuğum anılar.

Bugün on dokuz ocak, bazı ocakların söndüğü ocak yani.

Üst geçidin altından akan araçlara bakarken, kardan adamlara çarpmamaya çalışıyoruz.

Gözlerim buğday arasasını arıyor, sanki burada bir sessizlik büyümüş gibi, duvarın arkasında duran el arabacılar, koşuşturan hamallar, yük taşıyıcılar, hiç kimse yok, “kardandır diyor” yanımda yol alan arkadaşım, sessizlik…

Bir öğrenci yurdunun önünden geçiyoruz, bakıyorum, katlarını sayıyorum, beş katlı “bir hayır kurumu” beşinci katına bakınca Enes Kara’yı hatırlıyorum, hayır ile ölüm arasında kalan Enes Kara’yı ve O’nun yazdığı manifestosunu, utancımızı hatırlatan mektubunu…

Ve sonra son sözlerini!

Sola dönüyoruz ilk ara sokaktan, Taşhoron Kilisesi’ne doğru, kar yağıyor, biraz kırç halinde, soğuk ama yine de çocuklar plastik leğenler ve tepsilere oturmuş yokuştan aşağı doğru çığlıklar eşliğinde kayıyorlar…

Çavuşoğlu Mahallesi, çocuklar, Taşhoron Kilisesi ve sağdan iki sokak ilerde Hrant’ın doğduğu evden geriye kalanlar; kaldırım taşları, toprak yığınları ve iki bina arasında koca bir boşluk.

İşte asıl adıyla Salköprü Mahallesi, kerpiç konaklardan kalan acılar, seleci kadınlardan kalan anılar, kırılmış bir çeşme taşında unutulmuş eski bir şarkının izleri…

Avucumda bir kayısı çekirdeği, bıraksalardı büyüyecekti şu toprak yığınının üzerinde, şu iki bina arasındaki boşlukta, büyüyecekti Hrant’ın kalbine doğru, belki baharın müjdesi olacaktı, belki de yaşamak için bir telaş…

Ölüm, nasıl da bir köprü, kavuşturmanın köprüsü, dostu dosta kavuşturmanın, çaresizliği çaresizliğe iliklemenin köprüsü Salköprü, gözlerim yıllar öncesinden hatırladığım o avlulu eve bakıyor, “ben yoruldum hayat” diyen bir türkü gibi kapısına Avusturya hatırası yazdıkları konağın balkonu…

Avuçlarında üşüyen bir karanfili tutan adam, kardan izlere basıyor, tanımadığı insanların ayak izlerine, kimse kimliklerini sormuyor, kimse acısı sormuyor, kimse içinden akana bakmıyor.

Kaç yıl önceydi bilmiyorum tüfek tutmuşlardı şu evdeki tanımadıkları insanların kalbine, tüfekler hep aynı kaldı, tutanlarsa hep değişti. Tutanların parmakları değişti, namluların çevrildiği insanlar değişti. Bütün bunlar olurken şu kırılan çeşme taşı, ölümün şahidi şu taş yoruldu; her tüfeğe, her acıya, her namluya biraz daha yoruldu, biraz daha kırıldı…

Kimse görmedi nasıl kırıldığını taşın…

Avucumda bir kayısı çekirdeği, gidenler, buradan gidenler, uzaklara gidenler, çok uzaklara gidenler inatla bırakmadıkları bir aşkın şarkısını dinliyorlar, sen de.

Bize bakan balkonun demirleri kopmuş, ardımızdan bir ses, Salköprü’den çarşıya doğru, hasrettir, acıdır, kederdir, göçtür, işte bunların hepsini tokat gibi yüzümüze vuran bir ses oluyor…

“dağların rüzgârına öleyim
yârimin boyuna öleyim
bir yıldır ki görmemişim
görenin gözüne öleyim

durmuşum gelemiyorum
dolmuşum ağlayamıyorum
bir yıldır ki görmemişim
görenin gözüne öleyim”

Avucumda unuttuğum kayısı çekirdeği; sen artık buralarda duramazsın, der gibi bakıyor yüzüme.

Kaldırımda elleri ışık tutan bir çocuk: Babam hâlâ o kaldırımda yatıyor, bir el verin de kalksın, diyor.

Biz yürüyoruz Salköprü’den yukarı, başımız önde, utancımız da.

Ve hâlâ yeryüzüne bakıyoruz.

Mazlum Çetinkaya

Siz de fikrinizi söyleyin!