Toplum

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka?

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey! Kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
Yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
Dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık
Menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
Mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
Her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
Bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
Deriz ki, “şuram ağrıyor” bir de, “başım dönüyor”, “yanıyor avuçlarım”
Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş, yaşıyorcasına
Uzansak ellerimizde, uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
Nedir mi ellerimiz – korkunçtur bir elin bir köşesinde insan olmalarıyla –
Korkunçtur insan olmalarıyla, kıyısında bir yüreğin
Kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
Ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya, ha bir park bekçisinin
Korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi sallanaraktan
Bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda aranan
Korkunçtur – bunu anlıyoruz – bir yüzün en çoğul beyazında
Korkunçtur insan olmaları, güz ortalarında, eriyen türbe ışıklarında
Ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde, insan olmalarıyla
Korkunçtur, korkunç!
Diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum ayrıca
Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
Tüketen kim. Hani görmeden daha, sezmeden her şeyin bittiğini
Ama ne zaman saçları kurularken, çok eski bir alışkanlıkla
Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliği
Ansızın bir ürperişte: bitti mi her şey, bitti mi
Yoo, hayır! Öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
Bir rüzgar, duyulup binlercesi birden, bir rüzgar
Bırakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, ya da bir boşluğu bırakır gibi
Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba?
Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam, kaç kere yalnız
Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
Okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde, çocuksuz avlularda
Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun butlarında
Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam, kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan olmalarımla

Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
Anılar bulacaksam – anılar mı dediniz? – ne sesli bir vuruşma
Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
Rakılar, gene rakılar, kırıklar, sonsuz yaralar
Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
Zorlanmış bir gülüşten – iğrenip birden – kusmalar, bulantılar
Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
Ölüler bulacaksam – ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa vurmalar –
Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün?
Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu konuda?
Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda.
Bu kadarcık bir şey – iyi ya, peki, şimdi kim var sırada? –
Sakın ha! Biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza.
Yok deyin çünkü biz… Biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ellerimizle… Başlayın, hadi başlasanıza!
Örneğin bir kahve falı? Az müzik? Diyorum biraz iskambil!..
Ama hiç seslenmeyelim – seslenmeyelim – içimizden oynayalım.
Ayrıca,

– Dört kişiyiz!
– Hayır on!.
– Bin kişiyiz!
– Bana kalırsa…

Ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında?
Öyleyse başlayalım: Koz kupa! Ah şu sinek onlusu bire bir unutulmaya…
Çayınız soğuyacak! Çayınız mı dediniz? Ne tuhaf biraz anlıyorum.

– Üç karo!
– Pas diyorum!
– Susalım baylar, dört kupa!

Ah şu sinek onlusu! Koz kupa! Çayınız mı dediniz? Susalım!
Susalım – niye susalım – Anılar mı dediniz? Ne sesli bir vuruşma!
Ya sonra? Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra?
Gene mi? Başladınız mı? Peki şimdi kim var sırada?
Sakın ha!
Biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza.
Yok deyin çünkü biz…
Biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ağzımızla…
Yok canım, ben var ya, istiyorum sırada olmayı.
İstiyorum – sahi mi? – ama isterseniz siz olun.
Siz olun, biz olalım, kim olacak? – hep böyle oyalansanıza –
Yani; “Şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa.”
Gibi oyalansanıza,
Biraz oyalansanıza.

Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek, biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmeyecek, korkuyorum
Bir yaşlı kadın, en erkek boyutunda
Kendisiyle çiftleşecek, kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
Bir ölgün ses bulacak, sesinden çok uzaklarda
Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
Ölüm mü – yok canım, çok sesli bir evrende, çok erken daha
Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu hiç bilmiyoruz
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
Ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
Ne ölmek, ne ansımak! Sadece yaşamakla
Tam öyle gibi… Demeyin: eh, biraz yorulsak da
Demeyin, sakın ha, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.

Edip Cansever

***

Edip Cansever’in bu şiiri, insanın varoluşsal yalnızlığını ve içsel buhranlarını derin bir şekilde ele alıyor. Şiirin dilindeki yoğun imgeler ve tekrar eden motifler, okuyucuya bir tür içsel monolog gibi geliyor. Şiirde, bireyin kendi iç dünyasında yaşadığı çelişkiler, kaygılar ve anlam arayışları, şiir boyunca belirgin bir şekilde hissediliyor.

Şiirin en belirgin temalarından biri, insanın kaçınılmaz olarak yüzleştiği yalnızlık duygusu. Şair, “Kaç kere yalnız” ifadesini sıkça tekrar ederek, yalnızlığın insan yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguluyor. Bu yalnızlık, hem fiziksel hem de ruhsal bir yalnızlık olarak karşımıza çıkıyor; insanın toplum içinde bile kendini soyutlanmış hissettiği anları betimliyor.

Cansever’in şiirinde sıkça görülen bir diğer tema, varoluşsal sorgulamalardır. “Ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum ayrıca” gibi ifadelerle şair, hem kendine hem de okuyucuya yaşamın anlamını, insanın bu dünyadaki yerini sorguluyor. Şiirin ilerleyen bölümlerinde, bu sorgulamalar bir tür karamsarlık ve çaresizlik duygusuna dönüşüyor. “Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya” dizeleri, insanın hayatta ne yapması gerektiğine dair belirsizlik ve kararsızlık içinde olduğunu ifade ediyor.

Şiir boyunca dikkat çeken bir diğer unsur, şairin içsel çatışmaları ve çelişkileridir. “Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş, yaşıyorcasına” ifadesi, insanın içinde biriken ve dışa vurulamayan duyguların birikimini anlatıyor. Bu içsel çatışmalar, hem bireysel hem de toplumsal boyutlarda ele alınıyor. İnsan olmanın zorlukları, toplumun beklentileri ve bireyin bu beklentilere uyum sağlama çabası, şiirin alt metninde sürekli olarak hissediliyor.

Şiirde mekan ve zaman unsurları da dikkat çekici bir şekilde işlenmiş. “Güz ortalarında, eriyen türbe ışıklarında” gibi betimlemeler, okuyucuya belli bir zamanı ve mekânı işaret ediyor. Bu betimlemeler, hem somut bir gerçekliği hem de şairin içsel dünyasındaki soyut kavramları bir araya getiriyor. Mekan ve zaman, bir anlamda insanın içinde bulunduğu durumun dışavurumu olarak işlev görüyor.

Edip Cansever’in bu şiiri, insanın varoluşsal yalnızlığını, içsel çatışmalarını ve anlam arayışını derinlemesine ele alan bir eser. Şairin ustaca kullandığı imgeler, tekrarlar ve dil, okuyucuya insan olmanın zorluklarını ve karmaşıklığını hissettiriyor. Şiir, okuyucuya sadece bir edebi metin değil, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine bir yolculuk sunuyor. Cansever, bireyin içsel dünyasını en çarpıcı ve etkileyici şekilde dile getirerek, edebi bir başyapıt yaratmış.

Bu şiiriyle, şiirin kendisi kadar büyük bir hakikat olduğunu kanıtlayan Cansever, kelimeleriyle bizi kendimize yeniden tanıttı. Bu şiiri ilerde daha iyi bir şekilde inceleyip sakladıklarımı ileteceğim. Belki bir kitap yazarım ona ve edebi incelemeden fazlasıyla yüklemelerimle…

“Koz kupa” efendiler, “Güneşe kırmızı top taşıyan bir adamın tahta bacağını çok yakıyordu ki / Adam içinden bağırdıkça dünya / Ters yönden yaratılıyordu, diyebilirim / Bir öğle üzeriydi adamın içindeki kalp / Kan kalp / Kırmızı top(…) sağlıkta kalın diyorum özetle, yine Çağrılmayan Yakup şiirinden Edip’çe…

Kemalist İlkay

Siz de fikrinizi söyleyin!