Edebiyat,  Gündem Arşivi Klasikleri,  Kitaplar,  Şiir

Şiirsiler

“Lodoslu kentin sokaklarında
Yağarken kar umarsızca
Bir gül koncasında
Kanadı şiir”
(S.15)

Teması ne olursa olsun, bir şiir önce şiir olmalı. Ne yana çarparsa çarpsın şiire düşmeli söz. Bir şeyi anlatma, aktarma ve kanıtlama çabası şiirin işi değil. Sözün anlatıma doğru akışı, bir metni şiire çıkarmıyor. Şiir, öyküden uzak durmayı başarmadan kendisi olamaz. Şairin kendine has patikaları olmalı. Bilinenlerin ötesinde bir yerlerden bize bakarken yakalamalıyız şairi. Bilinçle yürek arasında bir çatışma arar okur çünkü şiirde. Bu çatışmanın yol açtığı bir tufandır…

“Sen başkasını seviyordun
Bense seni
El eleydi acılarımız…
Boyayıp gittin beni
Mosmor yalnızlıklara.”
(S:20)

Dil içinde bir öte dilden, bir üst dilden seslenişine kulak kabartılmalı şairin. Sözcüklerin açılmamış kapılarını zorlayandır çünkü şair. Söylediklerinden çok söylemediklerini bulmalıyız şiirde. Eksilttiği şeyler çekmeli bizi. Bir şairin sözcüklere nasıl davrandığını merak ederiz okur olarak. Şairin umurunda olmasak da, şiir bizden anlama eşiği beklemeli, onu biliyoruz. Güzel sözler bulup şiirin içine sokmak yerine, sözler şiirin içinde güzelleşmeli. Taşı taşa sevdirmesi gibi bir duvar ustasının… Estetik duygu dediğimiz şey nedir ki başka!

Gereksiz ve uzun şeyler müziğe değil, akorda aittir aslında. Tekrarlar ve slogan ne kadar yakışır ki şiire? Ağıt yakmak, yara göstermek şiir olur mu? Zaten şiir yaradır başlı başına. Şairi de okuru da iyileştirecek yara… Kimi zaman susmak yalana girer. Şiir de konuşmalı öyleyse.

“Sen gelmedin diye
Bir ‘aşk zamanı’ sinemaya
Salaş bir meyhanede
Tütün koktu cumartesi” (S:28)

Şiir bilgisi edinmek, şiir yazmaktan zor olsa gerek. Şairinin iyi bir okur olduğunu sezdirmeyen şiirler, kaynağından fazla uzaklaşamamış ırmaklar gibi gelmez mi size de? Kimi zaman şiir değil ama şiirden bazı dizeler kalıyor insanın aklında. Keşke o dizeler şiiri taşımaya yetseydi diyorsunuz. Bazı şiirlerde öylesine yüksekten girişlere ya da öylesine finallere rastlıyorsunuz ki, bunlar şiir metni kurmaya yetmeyince “söze yazık olmuş” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Şiir biraz da huysuzdur aslında. Kalıplara, kurallara uymaz çünkü.

Dünyadan ve insandan yana olmasına rağmen, dünyayı ve insanı karşısına alır. Başka türlü olursa, yaşanmamış aşklar, kurulmamış dünyalar yaratamaz ki insanın duyarlıklarında. Şiir olmasa, yakınlarda bir yerlerde çölü yeşertecek kuyunun olduğunu kim duyumsatacak bize giderek çölleşen dünyamızda?

“Kar yağsın bahçelerine
Saklambaç oynarız
Sen saklanmasını bilirsin
Çiğ düşsün sessizliğine
Güvercinlerin ürksün
Bütün güllerin açsın, beyaz
Kıpkırmızı bir havada
Kuş pislesin üstüne
Yumdum gözlerimi
Elimde beyaz bir mendil
Sen saklanmasını bilirsin.” (S:55)

Bir deneme olarak kaleme aldığım metnin aralarındaki dizeler Mustafa Önder’e ait. Onun “Şiirsiler II” adlı şiir kitabından. “Şiirsiler II” adlı kitabı bu metne dayalı olarak okudum. Şairin “Şiirsiler I” adlı şiir kitabını da bir yıl önce okuduğumu söylemeliyim. İki kitabı birlikte düşündüğümde vardığım yargı şu: Şair şiirlerini iyi birer edebiyat metni haline getirmeden yayınlamamış. Hele “Şiirsiler II” oldukça sağlam şiirlerden oluşuyor. Daha da ilginci, şair; yerli yabancı, gelmiş geçmiş şairleri biliyor, onları okumuş duygusu verdi bana. Bir dünya görüşünden alıyor kaynağını bizlere sunduğu şiir ırmağı. Bir propaganda metni değil şiirleri. Dünya görüşünü eritmiş onların içine ama. Ve estetiği göz ardı etmemiş kesinlikle.

“Şiirsiler II” Almina Yayınevi’nden çıkmış. Kitap tam 224 sayfa.

“Sevgilim nazlı ve kaygılı
Ben korkak
Bekliyoruz sabah olsun
Bekliyor şafak
Çıkıp kendimi atabilirim çatıdan
Kollarım kanat
Düşerim kucağına çıplak
Öperim karanlık ağzından
Tan ağarırken” (S:108)

Yüzünü bütün çocukların yüzünde bulan ve Çanakkale’de şiiri sokağa çıkaran bir şair Mustafa Önder. İçinde şişinip duran hayatı şiire dönüştürüp ikişer yıl arayla ancak boşaltabilmiş: Şiirimsiler I, Şiirimsiler II.

Çan’ın Karadağ Köyü’nde başlayan çobanlık, işçilik, terzilik ve memurlukla geçen hayatı, sözcüklerle satranç oynar hale getirmiş. Yaşadığı acılara sahip çıkmış, ama onlarla hile yapmamış. Sözcüklere dizmiş acılarını ve incinmişliklerini. Sonra da onları büyük insanlığın sorunlarıyla birleştirip şiirle dışlaştırmış.

“İlahi nazım usta
Ne çok çocukmuş yüreğin
Yeri göğü biz kirlettik
Soluduğumuz hava, içtiğimiz su
Ve ana diye bellediğimiz bu toprak
Ölüm yağıyor artık bahçelere, dağa kente
Çocukları nasıl katlettiysek öyle
Katlediyoruz ağaçları
Bir elma gibi çürümekte dünya.” (S:170)

Mustafa Önder’in şiirleri, günlükleri gibi. Yaşadıklarının çetelesini tutmuş adeta. Acıları, sevinçleri, umutları, yaşam kavgası, özlemleri bir bakıma. Tarihli, ispatlı.

Mustafa Önder’e şunu diyeceğim karşılaştığımız yerde: “İnsan rahatlıyor usta; bir kentte kazıp yapıp içinde yıllanmış şarap tadında dizelere rastladığında.”

**“Senin gönlün sevgili
Dağları kadar yüksek
Tüm ovaları gibi geniş dünyanın
Ve okyanusları kadar engin
Mavi bir ak deniz sıcaklığı
Yüzünde sevgisi insanlığın…

Senin ellerin sevgili
Mart ayazının kardelen çiçeği
Muştucusu ilkbaharın
Harman sonu rüzgârı saçların
At koştursun diye çocuklar
Ve sıcak ekmek kokusu tenin
Karşısında zulmün!”** (S:20)

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!