Deneme,  Felsefe,  Gundem Arşivi Klasikleri

Spinoza’yı Okumaya Başlarken

Spinoza’ya karşı dünya çapında yaygın olan bir hayranlık ve ilgi, hatta hayranlıktan da öte yaygın bir tutku vardır. Filozofa ülkemizde de yeterince temellendirilmemiş yaygın sevgi dolu bu bağlılık nereden gelir?

Bana öyle geliyor ki, filozofa olan bu hayranlık, o zamanlar Yahudi topluluğu içinde maruz kaldığı ağır saldırılara karşı sergilediği tutarlı ve onurlu duruşuna olan saygıdan kaynaklanmaktadır. Bu, gözlemleyebildiğim kadarıyla fazla felsefi bilgi gerektirmeyen, hatta bazen bağnazca bir tutuma dahi dönüşebilecek kanımca en yaygın nedendir. Fakat bu ne yazık ki filozofun düşünceleriyle uzaktan yakından ilgilenmeyen dışsal bir hayranlık nedenidir.

Spinoza’ya ve felsefeye olan ilgi ve bilgisini biraz geliştirmiş olanlarda bu hayranlığın muhtemelen çok daha derin bir anlamı vardır. İlk bakışta filozofun eserleriyle biraz tanışık olunca akla şöyle bir açıklama geliyor. Spinoza, Öklitçi geometrik yöntemle çalıştığı için doğal olarak tanımlarla çalışır. Bu onun felsefesini nispeten daha açık ve anlaşılır kılar. Fakat eğer uzun zamana yayılmış gözlemlerimden çıkardığım bu sonuç doğru ise, onun felsefesini hemen herkesin gözünde ilk bakışta güçlü kılan bu özelliği kanımca onun felsefesinin en zayıf yanlarındandır. Eserinin bütününe yayılmış tanımların hemen hepsini sürekli birbiriyle ilişkilendiriyor ve böylece eserin okunmasını ve anlaşılmasını oldukça zorlaştırıyor olsa da; tanımlarla çalışıyor olması, onun eserinin bu yanını, eserinin en zayıf yanı kılmaktadır.

Tanımlar ilk bakışta konuyu apaçık ve anlaşılır kalıyormuş gibi görünse de aslında onu basitleştirir. Şöyle ki; felsefede olduğu gibi birçok başka bilimde de tanımlar, ilk bakışta tutarlı bir akıl yürütmeyle çalıştıkları için mantıksal tutarlılık içerebilirler, fakat kendilerinde mantıksal kanıt barındıramazlar. Tanımlar doğaları gereği mantıksal kanıt da getiremezler.

Mantıksal tutarlılık içeren her şeyin gerçek olma diye bir zorunluluğu yoktur, çünkü tanımların gerçekliği ve geçerliliği tanıma değil, tanımın hareket noktası olarak aldığı önkabülün gerçekliğine ve geçerliliğine dayanır. Bu bakımdan tanımlar formel olmaktan öte gidemezler. Bunu ilk olarak görüp ontoloji çerçevesinde aşmaya çalışanlardan birisi Chrisitian Wolff’tur. Tanımlar, dayandıkları önkabullerin gerçekliğini ve geçerliliğini kanıtlayamazlar.

Bu nedenle Heidegger, irrasyonel gizli teolojik bakışını aynı zamanda hem felsefiymiş hem de mantıksal olarak tutarlıymış gibi gösterebilmektedir. Fakat onun örneğin “Dasein” kavramını içermeleri bakımından incelediğimizde hiçbir maddi temeli olmayan, okurdan basit bir şekilde ezberlemeyi talep eden keyfi indirgemeci bir kavramdan başka bir şey olmadığını görüyoruz.

Tanımların kanıtı, tanımların formel, yani biçimsel olanın sınırlarının dışına çıkıp hakikate dönmeyi gerekli kılar. Bu bakımdan felsefenin öncelikli konusu olan düşüncenin temellendirilmesi de ontolojik olmak zorundadır. Ontolojik olan her şeyin bir oluşum olarak ortaya konması gerekir, çünkü varlıkta olan her şey oluşur; düşünce de varlıkta oluşur ve varlıkta oluşum olarak temellendirilmek zorundadır. Varlıkta varolanı oluşum olarak ortaya koymak aynı zamanda onun oluşumunun ve varoluşunun kanıtını içerir. Felsefe ancak bu şekilde boş safsatalar olmaktan kurtarılıp tanıtlanmış bilim olarak kurulabilir.

Wittgenstein, düşünce de zamana dairdir derken, düşüncenin de oluşuma tabi olduğunu söylemek ister. Zaman dair olan, tarihsel olarak yanlışlanmaya da tabidir. Fakat tanımlarda ifade edilen düşünceler, doğaları gereği hep ezeli ve edebiymiş gibi görünürler.

İşte, Spinoza’nın felsefenin asıl güçlü yanı kendisini neredeyse hiç algılanmayan bu bağlamda gösterir. Spinoza, sadece Öklitçi geometrik yöntemle çalışmaz. O, her şeyden önce bir ontologtur ve bilgiyi, düşünceyi, yöntemi veya mantığı ve sonunda ahlaklılığı ontolojik olarak temellendirmeye çalışır.

Onun bu girişimi Spinoza’yı çokluğun birliğini temellendirmeye çalışan diyalektikçi yapar. Spinoza’nın sistemi hareketten yoksun ve bu nedenle statik de olsa; bu onun ilkesel olarak diyalektikçi olmadığını göstermez. Diyalektik yöntem de oluşmaktadır ve Spinoza’nın döneminde diyalektik yöntem kendisini çokluğun birliği olarak önce ancak statik olarak kurulabilirdi. Eldeki yöntemsel ve tarihsel araçlar daha fazlasına müsaade etmemektedir. Çok daha dinamik olan kendi felsefi sistemini Spinoza’nınki ile ilişkilendiren Leibniz, aralarındaki farkı vurgulamak yerine, filozof erdemine uygun olarak onun kazanımını öne çıkarmak için aralarındaki benzerliğin altını çizmeyi yeğlemiştir.

Bu nedenle Spinoza ne tam bir Öklitçi gibi salt formalisttir ne de ilk bakışta sanıldığı ve sıklıkla iddia edildiği gibi tümdengelimci, yani indirgemecidir. Spinoza, her şeyden önce bir ontolog olduğu için eşyaya kendi formel veya biçimsel tanımlarını empoze etmek yerine tanımlarında eşyanın kendi yasallığını keşfetmeye çalışır. Böylelikle Spinoza’nın, Hegel’i de hayran bırakan asıl güçlü yanını yakalarız: Onun felsefeyi Thomas Hobbes’ta da olduğu gibi bir sistem olarak kurgulamasını tüm sonuçlarıyla ancak bir diyalektikçi göz ile bakınca görebiliyoruz. Öyleyse Spinoza’nın felsefesinin asıl güçlü yanı, bir sistem felsefesi olmasından kaynaklanıyor. Bizi onun felsefesinde asıl hayran bırakanın, onun felsefesinin bu özelliği olması gerekir.

Spinoza, bir indirgemeci olarak çalışmak zorunda olan bir tümdengelimci tersine felsefe sisteminin tüm unsurlarını bütünü kendi tikelliğinde temsil eden uğraklar olarak tasarlar. Tümdengelimci yönteme dayalı kurulan “sistemlerde” sistemin unsurları temelde olana bağımlı kalır, kendi tikelliğini ve dinamiğini geliştiremez. Diyalektik olarak kurgulanan bir sistemde ise her bir uğrak bütünü kendi tikelliği açısından temsil ederken aynı zamanda kendisinden önceki uğrağın içinde onun zıddı veya yadsıması olarak olgunlaşıp daha önceki tüm uğrakların sonucu, yani tüm oluşum sürecinin sonucu olarak ortaya çıkar.

Spinoza’nın sistemine bu açıdan bakınca; “zihnin doğası ve kökeni” doğadır. Doğa, diğer bir deyişle madde, Latince orijinal metinde “Mentis” dediği, Hegel’in “Geist” kavramıyla karşıladığı birçok farklı anlamı olan kendi zıddını, yani düşünme kapasitesini yaratıp ortaya çıkarır. Duygular, doğanın olduğu kadar canlılık anlamına da gelen “Mentis”in de hem ürünü hem de yadsımasıdır. Doruk noktasında bulunan akıl hem tüm sürecin ürünü olarak hem de salt duygusallığın kaçınılmaz sonucu olan esaretin yadsıması, özgürlüğün olanaklılığı, yani tüm sistemin doruk noktası ve sentezleyen olarak ortaya çıkar.

Bu bakımdan bir sistem filozofu olarak Spinoza’yı Öklitçi bir formalist olarak almak yerine ona materyalist bir ontolog olarak yaklaşmak, tümdengelimci bir indirgemeci olarak görmek yerine onu bir diyalektikçi olarak kavramak onun felsefesinin tüm derinliklerine nüfuz edebilme olanağını da beraberinde getirecektir.

Doğan Göçmen

Siz de fikrinizi söyleyin!