Edebiyat,  Felsefe,  Gundem Arşivi Klasikleri

Yunus Emre, Modern Felsefe ve Kendin Olmak

Felsefe tarihinde bireyi özne kabul eden kendilik probleminin kaynakları eskilere dayansa da öncelikle modern bir problemdir. Bu problem ifadesini, en açık ve yoğunlaşmış bir şekilde René Descartes’ın “Düşünüyorum, o halde varım” önermesinde bulur. Elbette problemin kaynağı olarak Stoacıların özbelirlenim (enkráteia) teorisine işaret edilebilir. Fakat problemi bir “Ben” problemi olarak ele alıp işlemek modern bir problemdir. Antik felsefede, hâli hazırda Hegel’in işaret ettiği gibi Helenist döneme kadar birey kavramı bulunmamaktadır. Diğer taraftan Stoacı enkráteia kavramı daha çok yasak olanla, insanın neyi yapmaması gerektiği ile ilgilidir. Eş deyişle Stoacıların özbelirlenim problemine yaklaşımının daha çok negatif bir içeriğe sahiptir. Tahmin edilebileceği gibi antiklerde özbelirlenim problemine pozitif yaklaşımın temsilcisi Epikuros’tur ve insanın dikkatini  yasak olan üzerinde yoğunlaştırmak yerine insanının özgür eylemliliğinin önünü açmak ister. Anadolu’da Türkçe düşüncede bu problem Yunus Emre tarafından diyalektik bütünlük içinde işlenmiştir. Yunus’un, öznelliğin özgürlüğünü konu edinen Sofistleri de andıran “Bu dünyânın kararı yok sen neymiş ben neymiş” dizesinde bu problemi ne kadar bilinçli bir şekilde ele aldığını görüyoruz. Yunus, dünyada çeşitli aşkların, yani tutkuların olduğunu ve dünyada tutkusuz insanın cansız taşa benzetilebileceğini belirtirken, insanın pozitif özgürlüğünü temellendirme çabası içinde olduğunu görüyoruz. Yunus bunu yaparken bize hemen Hegel’i hatırlatır. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında Ludwig Witggenstein, Tractatus’ta dünyanın kendi başına bir anlamının olmadığını, ona anlamın insan tarafından onu edinirken dilde anlamlandırılarak kazandırıldığını göstermeye çalışır.

Genel olarak felsefe tarihinde kendin olmak hakkında ortaya konmuş olan düşünceler ile Türkçe dilinde düşünmeyi temellendirmiş olan Yunus Emre’nin eserlerinde kendin olmak konusunda ortaya konmuş olan düşünceler açığa çıkarılıp sentezlenmeden; bu konuda Türkçe dilinde düşünmeyi ilerletmek pek mümkün gözükmemektedir. Türkçe dilinde bu konuda yazılmış olanlar Yunus Emre’nin kavramlaştırmasının çok ötesine gidememiştir, hatta çok gerisine düşmüştür bile denebilir. Örneğin ülkemizde Yunus Emre’nin antik Yunan ve Anadolu Ortaçağı’nı dikkate alan kapsamlı ve onun tasavvufçu olmasına karşın dünyevi bir yaklaşım sergilemesi göz ardı ederek kendilik problemini teolojik olarak temellendirmeye çalışan “felsefi antropoloji” kendinde irrasyonel unsurları barındırmakla Türkçe düşüncenin temellendiricisinin gerisine düşer. Ayrıca bu konu salt felsefi bir problem değildir. Bu problem felsefenin kendi araçlarıyla çözmek zorunda olduğu pratik bir problemdir. Pratik problem teoriden farklı olarak her zaman tikeldir. Öyleyse Yunus Emre’nin yazdıklarını açığa çıkarıp işleyebilmek için ona özellikle modern felsefenin geliştirmiş olduğu düşünceler ve araçlarla sistematik olarak bakmak çağdaş bir gerekliliktir. Böylece onun kendin olmak konusunda genellikle ezbere okunan ama pek anlaşılmayan dizeleri anlamlı kılınabilir, düşünceleri genel bir hayranlık ve algının ötesinde kavramlaştırılabilir.

Yunus Emre’den kendilik problemi hakkında bugün ne öğrenebiliriz? Yunus Emre’nin kendin olmak problemine dair dizelerine modern felsefenin konuya dair üretmiş olduğu bilginin ışığında bakınca ne görürüz?

Yunus Emre’nin Bilime ve Bilimselliğe Çağrısı

Yunus Emre, neredeyse herkes tarafından ezberden okunabilen kendi olmak üzerine olan ünlü dört dizesinde şöyle diyor:

İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendin bilmezsin/ Ya nice okumaktır”.

Şiirin ilk dizesi bizi “ilmi” bilmeye, bilimsel düşünmeye çağırır. İlmi bilmek kendini bilmenin, yani insanın ne, kim ve nasıl olduğunu bilmesinin koşuludur ilmi bilmek. Öyleyse kendini bilmek için Yunus’a göre bilimsel bilgi ile donatılmış olmak gerekmektedir. Yunus’un bu sözleri, çağımızda kendilik problemini daha çok teolojik veya ilahiyatçı çerçevede temellendirme eğilimine karşı ne kadar çok vurgulansa azdır. Eğer gösterilen okuma ve öğrenme çabasına rağmen insan kendini bilmezliğe, örneğin ham hayal konuşmaya devam ediyorsa okumanın boş bir çaba olmaktan öte bir anlamı bulunmamaktadır. Zira öğrenmek basit bir şekilde ezberlemek değildir. Ezberleyen eylerken ezbere bağlı kalır. Oysa öğrenmek her şeyden önce kavramayı gerektirir –ki kavrayan kavradığına dayalı olarak kendi başına, yani kendi öz yargısıyla özgürce eyleyebilir.

Yunus Emre’nin Sözlerini Bugün Hangi Anlamda Alabiliriz?

Yunus’un “İlim ilim bilmektir” sözlerini bugün hangi anlamda almalıyız? Yunus’un bu sözlerine genellikle bir yöntemden yoksun olarak yaklaşılır. Onun bu sözleri bugün açısından da basit bir şekilde Sufizme bir çağrı olarak algılanır. Oysa onun bu sözleri tarihsel olarak aşılmış bilim yapma tarzını aşmak amacıyla eleştirel amaçlı bir çağrıdır. “İlim”, Yunus Emre’nin yaşadığı 13. ve 14. yüzyılda Anadolu’da en gelişmiş bilgisi olan dini ve tasavvufi, yani batıni, eş deyişle gizil bilginin, çokluğa birlik kazandıran ontolojik bilginin edinilmesi için başvurulan en gelişkin bilimsel yöntem anlamına gelmektedir.

Burada gizil olarak alınan ya ontolojik düzlemde verili çokluğun birliğini sağlayan güç ya da epistemolojik düzlemde tutarlı mantıksal bir düzen içinde ilişkilendirilmiş sözcüklerin bütününün ilişkisinden doğan anlam ile ilgilidir. Bunun bugünkü doğa bilimlerinin, mantık, dil bilimi ve dil felsefesinin sunduğu bilginin ışığında bakınca elbette gizemli hiçbir yanı yoktur. Yunus’a göre “ilim” yoluyla elde edilen dünyevi (dinî) ve bâtınî (tasavvufî) gizil, yani bütünleştirici bakış ve bütünlüklü anlam bilgisi dolayısıyla insan her şeyden önce kendini bilmenin ilk koşulunu sağlamaktadır.

Yunus Emre, Çokluk ve Aslında Olmak

Orhan Hançerlioğlu, Türk Dili Sözlüğü’nde “kendi” sözcüğünü “İyelik ekleri alarak kişilerin öz varlığını anlatır” diye tanımlar. Türk Dil Kurumu’nun 1983 yılında yayınladığı Türkçe Sözlük’te kendi kavramına dair verdiği tanım da aynıdır. Kendi olmak zaten “aslında” ve özünde olmak demektir. Hançerlioğlu, “Kendilik” sözcüğü için ise “Bir nesnenin varlığını ya da tözünü oluşturan şey” tanımını yapar.

Bizim bugün modern Türkçede kullandığımız “ben” sözcüğünün yerine çok değil daha 50 yıl öncesine kadar Anadolu’da köylerde “öz” ve “özüm” dendiği de olurdu. Azerbaycanlılar hala “ben” sözcüğünün yerine “özüm” sözcüğünü kullanır.

Aslında olmak deyince bu topraklarda bir anlayış, çocukluktan itibaren her yönlü terbiye edilen bilincimiz bizi kendi tikel kökenimize, Türk olmaklığımıza götürüp dayandırır. Bu kavrayışa göre ilksel aslımız orasıdır. Bu yaklaşım yanlış değildir. Bir aslımız vardır ve bu orasıdır. Doğrudur. Ama bu eksiktir, bu nedenle de aslında yanlıtıcıdır, çünkü aslımızın hepsi Türk olmaktan ibaret değildir. Biz aynı zamanda insanız, ilksel aslımız insandır, Türk olmadan önce insanız, sonra ne isek oyuz, Türküz, Kürdüz, Rumuz, Yunanız, Arapız, Rusuz vesaire. Zaten ilksel kökene insanlığı yerleştirmeden yeryüzünde insanın ahlaklılığını temellendirmek mümkün değildir. İlksel köken belirlenirken, örneğin ırkçı-milliyetçi yaklaşımlarda sergilendiği gibi insanlığın küçük bir kısmı dahi dışarıda bırakılırsa, bu, ahlaklılığı temelden çürüten sürekli bir dost-düşman ayrımına sebep olacaktır. Türklükten önce insanlık vardır. İnsanın insan olmadan Türk olduğu görülmemiştir.

Bugün coğrafyamızda aslında olmak deyince diğer bir anlayış bizi İslamcı kaynaklara dayandırır, ecdadımızı İslamcı Arap geleneğine dayandırır. Bu da yanlış değildir, fakat çok eksiktir ve bu nedenle aşırı yanıltıcıdır. Bir defa, kocaman Arap kültürü İslam’dan, İslam da Arap kültüründen ibaret değildir. Sonra kökleri ve kaynakları bakımından Anadolu insanının inanç ve yaşam dünyası eskinden olduğu gibi bugün de İslamcı inanç ve yaşam tarzından ibaret değildir. Ayrıca İslami inanç Anadolu inanç dünyasında kökensel olarak ilk de değildir. Anadolu, sayısız kültürler ve inançlar uygarlığının beşiği ve bir sentezidir. Bu sentezi yok sayıp, tek bir tikeli bütün karşısında mutlaklaştıranlar Anadolu’nun kültürel zenginliğini göz ardı etmektedir, zihnimizi köreltmektedir, bu nedenle kök salamazlar ve kalıcı olamazlar.

Bu indirgemeci yaklaşımlar aslında olmak deyince, tikel olanı mutlaklaştırmaktadır. İndirgemek bir tikeli diğer tikeller karşısında evrensel olarak almak demektir. Aslında olmak, tikellerdeki evrenseli, tikelleri birbiriyle özsel olarak ilişkilendiren evrensel kapsayıcı olanı göstermektir. Bize Hegel ve Marx ile ilişkilendirilen modern diyalektiğin gösterdiği budur ve Yunus, iyi bir diyalektikçi olarak insanının kendisini özleştirebileceği kıstas olarak tüm insanlığa, “yetmiş iki” millete ve tüm dillere gönderme yapar. Bundan farklı olarak indirgemeci yaklaşımlar, örneğin Alman felsefesinde Martin Heidegger ve Hans-Georg Gadamer’in de yaptığı gibi, insanlığın kökenini birlik olarak değil, birbiriyle uyuşmaz, her birini kendi içinde ayrı orijinal ve bütün çokluk olarak kavrıyorlar. Heidegger’e göre insanlığın kökeninde yalnızca çokluk ilkesi yatmaktadır. Gadamer’e göre ise geleneklerin kaynaşması mümkün olmayan bir ütopyadır. Her gelenek kendi içinde kapalı bir mutlaktır. Bu çoğulcu anlayışın aslında Türklüğü ve İslamcılığı, yani iki farklı kökeni dahi bir araya getirmesi mümkün değildir, çünkü bu önerilen sentez, temel alınan çoğulculuk ilkesini dışlar. Ayrıca birer birlik konsepti olarak ulus ve din birbirini dışlar niteliktedir. Ulus modern bir kavramdır. Buna karşın bir birlik kavramı olarak din feodal çağın ürünüdür. Bu tezatlık, ulus kavramı yerine “millet” kavramını geçirmekle ortadan kalkmıyor; terine, böylece çelişki teorik düzlemden pratik düzleme de, pratik hayata da taşınmakla daha karmaşık, daha bütüncül, daha radikal bir hal alıyor. Ulus kavramı seküler, yani dünyevi bir kavramdır ve laiklik ilkesinden bağımsız düşünülmesi mümkün değildir. Buna karşın din ve millet kavramları içermeleri bakımından tarihsel olarak aşılmıştır ve çağdaş birliğe kaynaklık oluşturması mümkün değildir. İşte, Yunus Emre’nin çağdaşlığı bunu görmüş olmasındadır. Bu nedenle birliği ne tek bir millette ne de tek bir inançta arar. Yunus Emre’ye göre çokluğun evrensel birliğinin kaynağı akıldır –ki akılın kaynağı, tüm insanlarda ortak olması nedeniyle insanlıktır.

Bugün tüm bilimsel verilerin ışığında insanlığın kökeninin bir ve tek olduğunu söyleyebiliriz. Anadolu bir kültürler ve uygarlıklar beşiği ve sentezi ise, Afrika söz konusu bir ve tek insanlığın kökeni ve beşiğidir. Yunus Emre, tikelliği reddetmez. Tikelliği kabul etmeyenin zaten kendi olması mümkün değildir. Bir şiirinde şöyle der Yunus: Gayrıdır her milletten bu bizim milletimiz” / ”Hiç dinde bulunamadı din ü diyânetimiz derken ve devamında “Bu dîn ü diyânette yetmiş iki millette” / ”Bu dünyâ ol ahrette ayrıdır âyâtımız diye ısrar ederken kendi tikelliğine vurgu yapar. Zira tikelliği yadsıyarak kendi olmak veya kendilik üzerine düşünmek ne ontolojik ne de epistemolojik bakımdan mantıksal olarak mümkün değildir. Ontolojik ve epistemolojik olarak temellendirilmemiş tikellik ahlaki olarak kurulamaz.

Yunus Emre, sağlam ve sağlıklı bir diyalektikçi içgüdüyle tikelliği bütün insanlık kapsamında anlamlandırır. Örneğin, bugünkü bilinçlilik durumumuz açısından kesinlikle cinsiyetçi olan, fakat o zamanının bakış açısıyla “Miskin âdemoğlanını benzetmişler ekinciye” derken, o zamanının bilgisiyle insanlığın tek ve ortak kökenine (âdemoğlana) işaret etmek istemektedir. Bu bakış aslında tek tanrılı dinlere yabancı bir bakış değildir, fakat artık hiçbir şekilde dikkate alınmayan görüştür.

Fakat Yunus, mevcut verili çokluk karşısında kökensel tekliğe dikkat çekmekle yetinmez. İnsanlığın birliğinin her durumda yeniden yaratılması gerektiğine dikkat çeker. İnsanlığının çokluğunun birliği ancak ârif insan tarafından görülüp ortaya çıkarılabilir ve yaratılabilir.Câhil katında îman ma’lûm meçhûl değil mi derken Yunus Emre câhilinsanın çokluğun birliğini kuramadığını, çokluğa içkin olan birliğin, özsel olanının bilgisini kavrayamadığına dikkat çeker. Buna karşın “câhil” olandan farklı olarak ârif insan, “Yetmiş iki milletin sözünü ârif bilir” dizesinde olduğu gibi, çokluğun özünü sözde ifade edebilen insandır. Bu nedenle kendisine atfen “Miskin Yunus sözleri cümle usûl değil mi” diye tamamlar sözlerini. Burada “cümle usûl sözleri bugün günlük dilde de sıklıkla kullanılan “ortak akıl” kavramına denk gelmektedir.

Yunus Emre’nin “Sen sana ne sanırsan ayrığa da onu san” deyişi, Immanuel Kant’ın ahlak felsefesini temellendiren “kategorik imperatifi andırmaktadır. Kant da, bakışında mevcut 18. yüzyıla has sınırlılıklara karşın, Yunus Emre gibi, fakat Heidegger ve Gadamer’den farklı olarak, antropolojik yazılarında insanlığın çoklukta birliğini temellendirmeyi amaçlamaktadır. Yunus Emre’nin yukarıda sergilediğimiz ve kesinlikle indirgemecilik olarak alınmaması gereken çoklukta birlik ilkesine göre tikel olan ahlaken de kurulabilir.

Yunus Emre’nin Hak Kavramını Kullanışı Hakkında

Yunus Emre, İlim ilim bilmektir dizesi ile başlayan şiirinin devamında okumanın amacını (“Okumaktan murat ne”), “Hakk’ı bilmektir” diye tanımlar. Yunus’a göre, Hak bilmemek abestir, ayıptır, kötüdür. Yunus’un kullandığıHakk sıklıkla, özellikle İslamcı teolojik motifli literatürde yakından temellendirilmeden teolojik indirgemeci bir yaklaşımla Tanrı anlamında alınır.

Emperyalist zihniyetli Avrupalı felsefecilerin “Sokrat öncesi” kavram ile klasik Atina felsefesine öngelen Anadolu ve Trakya kaynaklı tüm felsefi düşünceyi önemsizleştirmeye çalıştıkları gibi, İslamcı yorumcular da “Cahiliye dönemi” kavramıyla İslam öncesi dönemi önemsizleştirirler ve “hak” kavramını da hızlı ve koşulsuz bir şekilde “Tanrı” (“Allah”) kavramıyla eş anlamda alırlar.

Oysa hak kavramı son derece karmaşık, tarih boyunca katman katman birikmiş ve iç içe geçmiş zor çözümlenebilir anlam katmanlarına sahiptir. Buna belki de eski Yunanca “logos” kavramının çok ve son derece zor ve karmaşık anlamlılığı örnek gösterilebilir. İslam Ansiklopedisi’nin hak kavramı ile ilgili makalesinde de dikkat çekildiği gibi İslam öncesi dönemde de Arapçada hak kavramı “gerçek, sabit, doğru söz” gibi anlamlara gelmektedir ve kavramın Yunanca logos kavramıyla benzerlikler içeren bu anlamı Kuran’da da muhafaza edilmiştir.

Kavram, İslam öncesi dönemde olduğu gibi, İslam sonrası dönemde de paylaşımla, yani adalet ile de doğrudan ilgili bir kavram olarak alınmıştır. İslam’ın yayılmasıyla kavram artık Allah kavramıyla da ilişkilendirilmiştir. Yunus’un kullandığı Hakk kavramını tüm bu zor ve karmaşık anlamında, “Tanrı”, “doğru”, “gerçek”,  “doğru söz”, “gerçeğe uygun söz”, “varlık”, “evren”, “mevcudiyet”, “var olan”, “adil olan”, gibi anlamlarda almak yerinde olacaktır. Zira Yunus, “İş bu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur” dizesinde olduğu gibi, “Hak” kavramını Tanrı anlamında kullandığı gibi, örneğin “Ben diyeyim sözün hakkın işit unutma key sakın” ve “Eğer dirliğin hak ise sıratı geçesin sehel dizelerinde “sözün hakkın işit ve “dirliğin hak ise” derken, ‘sözün doğrusunu’ dinle ve dirliğin gerçek ise demektedir. Bu iki dizenin ilkinde hak kavramı ‘doğru’ anlamında kullanılırken ikincisinde ‘gerçek’ anlamında kullanmaktadır. Doğru kavramı ahlak kapsamında kullanılırken, gerçek kavramı ontoloji ve epistemoloji kavramı çerçevesinde kullanılır.

Dünyaya Anlamı İnsan Kazandırır

Fakat Yunus’un bilinmesi gerekenleri sıralamasına dikkat edilmelidir. Yunus’a göre, Hakkı bilmenin koşulu kendin bilmektir. Kendini bilmeden Hakkı bilmek, mümkün değildir. Diğer taraftan kendin bilmek, Hakk’ı bilmenin bir sonucudur da aynı zamanda. İnsanın kendisini bilmesi, insanının bizzat kendisinin eseridir. Zira Yunus’a göre, “Bu dünyânın kararı yok sen neymiş ben neymiş”. Eş deyişle insanının kendisini bilmesi konusunda dünya ne bir ölçüye ne de bir istikrara sahiptir. Bu gözlemiyle Yunus Emre, yukarıda işaret ettiğim gibi, Ludwig Wittgenstein’ın dünyanın anlamının kendinden kaynaklanmadığı, ona anlamın insan tarafından verildiği görüşlerine benzer bir görüş ifade etmektedir. Eğer insanının kendisinin ne olduğu konusunda dünya bir kıstas sunamıyorsa, onun tek çaresi, bu kıstası bizzat kendisinin yaratmasıyla mümkündür. İnsanın kendisinin ne olduğunu bilmesi, dünyayı değiştirip dönüştürmekle, ekip biçmekle ve elbette yukarıda işaret ettiğim en gelişkin bilimsel bilginin edinilmesi ile mümkün olmaktadır.  Yukarıda da işaret ettiğim gibi Yunus’un “Bu dünyânın kararı yok sen neymiş ben neymiş” sözleri modern felsefede özneye dönüşe bir yandan modern felsefeye işaret ederken (20. yüzyılda bu bakımdan Wittgenstein bu dönüşün doruk noktasını temsil eder), aynı zamanda antik Yunan felsefesinde Sofistlere gönderme yapar.

İnsanın Kendisini Bilmesinde Aklın İşlevi

Yunus Emre, bununla yetinmiyor. Bir dizesinde daha ileri gidiyor ve oluşturulan bu kendiliğin veya benliğin ancak akıl yoluyla en uygun bir şekilde ifade edilebileceğini ileri sürüyor. Yunus’un aklı temel alan ve çalıştığıHakk kavramının logos kavramına benzer içermelere sahip olan bir kavram olduğunu göz ardı ederek onun hakkında anlamlı bir cümle kurmak mümkün değildir.

Yunus Emre’ye göre, kendini bilmek, insanın sözünü akla uygun kılmasıyla mümkündür. Yunus o zamanın Türkçesi ile kendi dilinde “Sözün us ile düşürgil demegil çağada bir söz” diyor. Bu dizesinde Yunus Emre sözün akla uygun kılınmasını, söylenen sözün aklın süzgecinden geçirilmesi gerektiğini belirtiyor.

Yunus, “Sözün us ile düşürgil derken, söylenmek istenen budur. Dizenin ikinci yarısında söylenendemegil çağada bir söz”, çocukça bir söz söyleme anlamına gelmektedir. Aklını kullanmadan söylenen söz, ham ve yanlış, saçma ve kendini bilmezliğin ifadesi olan bir söz olacaktır. Çocuk elbette çocukça söyleyecektir sözünü. Çocukça, düşünmeden söz söylememesi gereken, aklını kullanma yaşına ermiş olandır. Olgunluk çağına ermiş olan, sözünü aklı dolayısıyla söylemelidir. Ancak bu şekilde özünü tam olarak kavramlaştırabilir ve diğerlerine sunabilir.

Türkçe düşünme tarihinde insanın kendiliğini oluşturması için çağının en gelişkin bilimsel bilgisine sahip olunması gerektiğine dair düşünceyi ne kadar çok önemsesek azdır. Yunus Emre’nin insanın kendi olması konusunda yukarıda aktardıklarımızdaki sözlerine bugünkü bilimsel ve felsefi gelişmelerin ışığında bakınca, onlarda saklı olduğunu düşündüğüm epistemolojik bakımdan kendi olma sürecini açıklamak yerinde olacaktır.

Aristoteles de, insan toplumsal varlıktır, deyip kanıtını sonraki kuşaklara bırakmıştır. Onun, insanın toplumsal bir varlık olduğuna dair yalnızca gözleme dayalı iddiası, felsefi olarak ancak 18. yüzyılda Adam Smith tarafından temellendirilmiştir. Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda insanın varlığının ancak diğer benden hareketle kavranabileceğini gerekçelendirerek göstermiştir. Bu da onun sosyal bir varlık olduğunun bilimsel-felsefi kanıtının getirilmiş olması anlamına gelmektedir. Bu kanıt, insanın sosyal varlık olduğunun bilimsel kanıtı anlamına gelen vicdanın kökenine dair 20. yüzyılda yapılan bilimsel araştırmalar ile tamamlanmıştır. Bu araştırmalar, insanın vicdanının daha anne karnındayken oluşmaya ve toplum tarafından doğmadan çok önce şekillendirilmeye başladığını göstermiştir.

Aynı şekilde Yunus’un “Sözün us ile düşürgil sözlerinin felsefi kanıtını da ancak modern felsefe getirmiştir. Descartes’ın, genellikle Kartezyen düalizmin temellendirilişi olarak yorumlanan “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözleri aslında yöntemle, akılla, eş deyişle reflektif veya yansısal düşünmeye varlıkta ve varlık karşısında göreli bir özbelirlenim alanı tanımlamadan “Benin kendisini bilmesinin mümkün olmadığını belirtmek istemektedir. Yunus’un sözleri akla böyle bir eylem alanı yaratmayı amaçlamaktadır. Sözün kendisini akla uygun kılması, düşüncenin dünyayla doğru düzgün ilişkilenmesinin bir koşuludur. Akıl ise kendisine dünyada özbelirlenim alanı yaratılabildiği oranda kendini ifade edebilecektir. Böylece de insana söz dolayısıyla kendisindeki aklı ifade etmesi için yardımcı olacaktır.

Yunus’un “Sözün us ile düşürgil sözlerinin derin anlamı burada yatmaktadır. İnsan özünü veya kendiliğini ancak akıl yoluyla ifade edebilir. Akıllılık insanın özüdür. Fransız düşünürü René Descartes’ın “Düşünüyorum, o halde varım” tümcesinin anlamı bundan başkası değildir. İnsanın düşünen varlık olarak alınmasının anlamı da budur. Descartes’a göre, ancak kavramla ve akılla düşünen insan, düşünen varlıklar arasında kendisine özgün bir varlık olarak bakabilir.

İnsanda akıl kapasitesi ancak çağının en gelişkin bilgisini sahiplenilme ve sentezleme yoluyla elde edilebilir. Bilginin sahiplenilmesi ve sentezlenmesi için gerekli olan akıl ise ancak iyi bir felsefe eğitimi ve öğrenimi ile elde edilebilir.

“Sözün us ile düşürgil sözlerinde talep edilen sözün us ile birliğinin ve uyumluluğunun sağlanması Alman filozofu Hegel’in özne felsefesinde birbirini takip eden, birbiriyle iç içe, bazen paralel yan yana, bazen peş peşe ardıcıl işleyen, geri giden ve ileri sıçrayan, çöken ve yükselen, duyusallıktan akıllılığa yükselen üç aşamalı bir aksettirme süreci önerilmektedir.

İnsan sosyalleşme sürecinde dünyayı deneyimleyerek dünyaya dair spontane bilinç edinir. Hegel buna “doğal bilinç” diyor. Bu dünya bilinci insana zamanla dünyaya dair bir spontane bir kavram kazandırır. Bu, aynı zamanda insanın iç dünyasını geliştirmesi anlamına da gelmektedir. Bu, aksettirmenin, diğer bir deyişle insanın kendi kendisiyle kurduğu yansısallığın birinci aşamasıdır.

Fakat bu aşamada, Kant ile söyleyecek olursak, insan bilimsel bir bakıştan yoksun olduğu için kavramının bir içerik kazanması ve dünyaya dair bilimsel bir kavramdan yoksun olduğu için dünyaya bakışının uygun bir bakışa sahip olması mümkün değildir. Yunus Emre, bu Kantçı bakışa yakın bir görüşü kendi kavramlarıyla şöyle ifade ediyor: “Gözü yok kişinin sevmek nesîdir” / “Gönül kul olsa gözün fitnesîdir. Bu nedenle gönlün kulluktan kurtulması için bilimsel eğitime ihtiyacı vardır. Ancak bu sayede göz görecek ve sevecektir.  

Aksettirmenin ikinci aşamasında insanın dünyaya dair edinmiş olduğu spontane kavramı bilimsel olarak işlemesi, bilimsel bir forma büründürmesi gerekmektedir. İşte, “İlim ilim bilmektir” sözleri bu bağlama oturmaktadır. İnsanların kendi çağlarının en gelişkin ve en kapsamlı bilgisini edinmesi, insanın dünyaya dair bilimsel bir kavrayış geliştirmesi, bilimsel bir kavram edinmesi, eş deyişle dünyaya dair, her zaman açık kalmak zorunda olan bütünlüklü bilimsel bir bilinç kazanması demektir. İşte bu aşama insanın dünyaya dair edinmiş olduğu kavram dolayısıyla özbilinç geliştirdiği aşamadır. Bu aşamada insan kendi kendisiyle yansısal ilişki kurar. Dünyanın bilinci dolayısıyla insan kendi kendisine bakar. İnsanın kendisine dair özeleştirel bir bakış kazanmasının koşulu bu yansısal bakıştır.

Hegel bunu örneğin Tinin Fenomenolojisi’nde “gözlemleyen akıl” kavramı altında ele alır. Gözlemleyen akıl, özbilincin hakikat ile ilişkisini konu edinir. Yunus Emre, burada söz konusu olan özyansısallığıKogıl ayruk sözü sen seni gözle” sözleriyle ifade eder. Onun “sen seni gözle” sözleri öznenin kendi kendisiyle yansısal ilişkilenmesini talep etmektedir ve bu doğrudan Hegel’in “gözlemleyen akıl” kavramına işaret eder gibidir.

Yunus’un önerdiği ve dış dünyanın içe eleştirel yansıması ve bunun dolayısıyla insanın kendi kendine yansıması anlamına gelen bu eleştirel sürecin üçüncü aşaması, insanın kendisini dışa yansıtması ile ilgilidir. Bu, insanın kendisini söz dolayısıyla, yani dil ile diğerlerine aksettirmesi aracılığı ile gerçekleşmektedir.

Hegel’in özne felsefesinde özbilincin oluşması, yargı kapasitesinin elde edilmesine sağlamaktadır ve böylece dünyaya ve onunla ilişkili özneye, bilince ve özbilince bütünlüklü bakabilen ve bu nedenle yargılayabilen akıl yetisi devreye girer. Yunus Emre’nin “Sen süçun ile sen seni yüzle” sözleri insanın kendi kendisiyle kurduğu özeleştirel yargılama aşamasına işaret eder. Hegel’e göre yargılama akıl kapasitesinin işidir. İnsanın söyleyeceği sözlerini us/akıl ile uyumlu hale getirdiği ve diğerlerine ifade ettiği aşma da bu aşamadır. İşte bu aşama, Yunus’un talep ettiği ve kendi olmanın doruk noktasını oluşturan özün ve sözün bir olduğu aşamadır. Eylem ancak akla uygun düzenlenmiş özün ve sözün ifadesi olduğu oranda doğru ve ahlaki olabilir. Yunus’un kendi olmaya bu bütünlüklü yaklaşımını mevcut hâkim tikelliği evrensel karşısında mutlaklaştıran yaklaşımların eleştirisi olarak alabiliriz.

Prof. Dr. Doğan Göçmen

Siz de fikrinizi söyleyin!