Biyografi,  Edebiyat,  Gundem Arşivi Klasikleri,  Şiir,  Toplum

Nâzım Hikmet Üzerine Yeni Bir Okuma

ŞİİRDEKİ İLK YILLARI: SAVAŞ VE MELANKOLİ

 

Büyükbabası: Nâzım Paşa

Nâzım Hikmet, (Osmanlı coğrafyasında savaşların sürdüğü 1900’lerin ilk yıllarında) 15 Ocak 1902’de Selanik’te doğmuştur. İlk eğitimini Göztepe’deki Taş Mektep’te tamamlamış, ardından Galatasaray Sultanisi’nin hazırlık sınıfında, Nişantaşı Sultanisi’nde ve son olarak Heybeliada’daki Bahriye Mektebi’nde beş yıl okuduktan sonra Hamidiye Kruvazörü’nde yaklaşık iki yıl subay olarak hizmet etmiştir. Ancak yakalandığı plörezi (zatülcenp) hastalığından iyileşemeyeceği anlaşılınca Bahriye Mektebi Komutanlığı’ndan sağlık sorunları sebebiyle ayrılmak zorunda kalmıştır. Nâzım Hikmet, Osmanlı İmparatorluğu’nda kozmopolit bir aileye mensuptur. Nâzım’ın dedesi Mehmed Nâzım Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı bölgelerinde valilik yapmış bir Mevlevîdir; babası Hikmet Bey, İttihat ve Terakki iktidarında matbuat müdürlüğü yapmıştır. Annesinin büyük babası Mustafa Celâleddin Paşa, İstanbul’a gelerek Müslümanlığı kabul eden Borjenski soyadlı Polonyalı bir Türkolog, mühendis ve topograftır; annesinin babası Enver Paşa dilbilimcidir; annesi Celile Hanım ressamdır. Ressam ve şair olan dayısı Mehmet Ali ise, gönüllü olarak Balkan Savaşı’na katılmış ve şehit olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’na hizmet eden diğer aile mensupları, anneanne tarafından büyük dedesi olan Müşir Mehmet Ali Paşa ve büyük babası Dağıstanlı Hâfız Paşa’dır. Nâzım’ın gelişmesinde aile mensupları büyük rol oynamıştır. Böyle bir ailenin ferdi olan Nâzım, memleketin işgal altında olmasıyla da beraber doğal olarak milliyetçi duygu ve fikirlerle büyümüştür. İstanbul işgal altındayken, Nâzım ve arkadaşları isyan duyguları içindedirler.

Nâzım daha erken yaşlarında farklı edebiyat dergilerinde şiirler yayımlayıp ilgi çekmiştir. İlk şiirlerini Cumhuriyet öncesi yıllarda yayımlamıştır.  Bu dönemde Nâzım, “sanat sanat içindir” ilkesini “sanat gaye içindir” ilkesiyle birleştirip kısa sürede ünlenen milliyetçi şiirler yazmaya başlar. İlk şiiri “Feryâd-ı Vatan”ı küçük yaşlarda yazan şairin yukarda belirtilen sebeplerle de olacak ilk dönem şiirlerinde melankolik bir hava ve dönemin savaş hali sezilir:

Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Sen bu feryad-ı vatanı dinle işit

Dinle de vicdanına öyle hükmet
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit.
(Feryad-ı Vatan)

Galatasaray Mektebi’nde okuduğu dönemden: üstten ikici sırada, sağdan ikinci Nâzım Hikmet.

Bu dönemde şairin Bahriye Mektebi’nden edebiyat öğretmeni Yahya Kemal, kimi şiirlerinin düzeltilip yayımlanmasında yardımcı olmuştur. Şair, 17 yaşında yazdığı “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?” başlığını taşıyan yayımlanmış ilk şiirini Yahya Kemal’in düzelttiğini söyler. Bu şiiri, serviliklerde yani mezarlıklarda ağlayan, hayatında sevmiş olduğu ölüler üstüne yazdığını belirtir.

“Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?
Bir inilti duydum serviliklerde
Dedim: burada da ağlayan var mı?
Yoksa tek başına bu kuytu yerde,

Eski bir sevgiliyi anan rüzgar mı?

Gözlere inerken siyah örtüler,
Umardım ki artık ölenler güler,
Yoksa hayatında sevmiş ölüler,
Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?” (Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?)

“Bir Dakika”(1920)  isimli şiiri de Alemdar dergisinin yarışmasında birincilik kazanmıştır.

“Deniz durgun göl gibi, gitgide genişliyor
Sular kayalıklarda nurdan izler işliyor,
Engine sarkan gökler baştan başa yıldızlı..
Şimdi göğsümde kalbim çarpıyor hızlı hızlı.

Göklerden bir yıldızın gölgesi düşmüş suya
Dalmış suyun koynunda bir gecelik uykuya
Bazan uzunlaşıyor, bazan da kıvranıyor
Durgun suyun altında bir mum gibi yanıyor

Yakın olayım diye bu gökten gelen ize
Öyle eğilmişim ki kayalardan denize
Alnımdan düşen saçlar yorulmuş suya değdi
Baktım geniş ufuklar başımın üstündeydi

Bilemem nasıl oldu geldi ki öyle bir an
Yenilmez bir haz duyup denize atılmaktan
Kurtulmak ne kolaymış faniliğimden dedim
Doğruldum atılırken bir dakika titredim

Bir dakika sonsuzluk doldu taştı gönlümden
Bir dakika bir ömrü kurtarmıştı ölümden.” (Bir Dakika’dan)

 

ANADOLU’YA GEÇİŞİ VE SOSYALİZMLE TANIŞMASI

 

Nâzım, başlangıçta “ölçülü uyaklı” şiirler yazmıştır. Bu şiirler, dönemin genel havasına ve söylemine uygun “hececi-memleketçi” şiirlerdir.  İşte aşağıda örneğini verdiğim “Yolcu Yolun Şarksa” şiiri de bu şiirlerden olup 11’li hece ile yazılmış (hece sayısını sesli harflerin sayılmasıyla okuyacağınız) tipik memleketçi şiire örnektir. Elbette dönem koşulları, Osmanlı Devleti’nin aldığı yenilgiler, memleketteki genel buhran havasının da buna yol açtığı bir gerçektir.

“Yolcu yolun Şarksa, ansızın çöken,
Her taşı mukaddes harabeyi sor.
Orada son damla kanını döken
Yaralı yiğitler döğüş ediyor.

Yolcu, yolun Şarksa, bahçelerinde
Güllerin üstüne silâh çatılan,
Baharı kan olan illere in de
O yeri özleyen gönülleri an.

Yolcu, yolun Şarksa uğrarsa yarın,
Elinde zaferden kopan çiçekle,
Göklere dayanan karlı dağların
Ardından yükselen güneşi bekle.” (Yolcu Yolun Şarksa)

Vâlâ Nureddin ile Kastamonu’da…

Millî Mücadele’ye katılmak amacıyla Nâzım Hikmet ve arkadaşları Vâlâ Nureddin (Vâ-Nû), Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nâfız Çamlıbel, 1 ocak 1920’de Anadolu’ya geçmek için yola çıkarlar. (Vâlâ Nureddin “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” adlı eserinde Anadolu’ya kaçışlarının şair ağabeyler tarafından tertiplendiğini yazar. Murat Bardakçı da “Safiye” adlı eserinde bu ağabeylerden birinin Celal Sahir Erozan olduğundan haber verir.) Anadolu’nun giriş kapısı olan İnebolu’da Faruk Nafiz ile Yusuf Ziya Ortaç “seciyesizlik” gerekçesiyle İstanbul’a geri gönderilmiş; Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nureddin için ise onları yazılarından tanıyan Adnan Adıvar ve Halide Edip, kefil olmuşlardır.

Ayrıca buradaki on beş günlük bekleme süresi Nâzım Hikmet’in inanç ve fikir dünyasında bir sarsıntı yaratır. Burada yepyeni bir fikirle tanışır: Sosyalizm. O sırada orada bulanan Alman sosyalistlerin (Spartakistlerin) etkisiyle  sosyalist fikirlere olan ilgisi gelişir. Fransızcası iyi olan Nâzım’a spartakistlerce kendisine verilen Fransızca Kapital’i okur…

Vâlâ Nureddin ile İnebolu’dan  Kastamonu-Çankırı yolculukları başlar. Ardından Ankara’ya varırlar. Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nde (İsmail Fazıl Paşa aracılığıyla) Mustafa Kemal’e  “genç şairler” olarak takdim edilmiş ve Atatürk şunu tavsiye etmiştir: “Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiyem, gayeli şiirler yazınız.” Ardından Nâzım, Vâlâ Nureddin ile Bolu’da öğretmenlik yapmaya başlar. Aralarında yurtdışında eğitim yapmak istediklerini de konuşurlar.

Tüm bunlarla beraber Anadolu’daki savaş ortamında, bir yandan savaşın bir yandan da halkın sorunlarıyla o güne kadar yeterince farkına varamadığı gerçeklerle karşılaşmıştı. İnebolu ve Ankara’da tanıştığı uzun uzun sohbet ettiği Spartakistlerden dinlediği işin teorik kısmını pratikte gözlemliyordu. Artık Anadolu için bir şeyler yapmak gerektiğini içinde daha fazla duyuyordu.  Hece ve aruz ile yetinemeyeceğini yeni bir şiire, başka bir şiire gitmesi gerektiğini düşünüyordu. İşte Nâzım, bu durumu şöyle ifade etmişti:  “Anadolu’ya geçtim. Millet sıska, Nuh’tan kalma silahı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim. Şiirle yeni şeylerin, şimdiye kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu işte önce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi ilgilendirdi. (…)” (Henüz Vakit Varken Gülüm)

 

RUSYA, MAYAKOVSKİ, SERBEST ŞİİR

 

Mayakovski

Bu yıllarda Nâzım, Sovyet Devrimi’ne de ilgi duymuş, Batum’a gitmiş ve Türkiye Komünist Partisi’ne üye olmuştur. Devrimi bizzat görmek amacıyla (o dönemde Sovyet Rusya’ya gitmek yasakken) Rusya’ya gitmeye karar verir, Vâlâ Nureddin ile birlikte Sovyet Rusya’ya kaçar. (1921) Burada otelde hostes ve tercüman olan Lola ve Şura ile arkadaş olurlar. Savaş sırasında Kızıl Ordu tarafında savaşan bu hanımlar artık sanatla ilgilidir… Onların vesilesiyle ilk kez Yesenin, Aleksandr Blok ve Mayakovski şiirlerini dinliyor ve henüz pek bilmediği Rusçasıyla Mayakovski’nin birkaç dizesini ezberliyordu:

“Susunuz hatipler!
Söz sizindir mavzer arkadaş.”

Moskova’da, KUTV yani “Doğu Halkları Komünist Üniversitesi”nde hazırlık sınıfına başlar. Ardından sosyoloji, politoloji ve sanat tarihine yönelir. Nâzım, burada birçok yabancı aydınla tanışır; Moskova yazarlarının farklı toplantılarını ziyaret eder. Yine bu dönemde onu çok etkileyen Mayakovski ve diğer tanınmış şairlerle tanışır. Şiirdeki fütürizm ve konstrüktivizm gibi yeni akımları da tanıma fırsatı bulur.
Nâzım Hikmet Anadolu’yu gördükten ve Rusya’ya gittikten sonra dünya görüşüyle birlikte şiir anlayışı da değişir. Burada geçirdiği iki yıl boyunca komünizm fikirlerini tam olarak oturtur. Bu andan sonra artık bir “komünist şair”dir.

Nâzım, Türk şiirinde “serbest nazım” olarak bilinen paralel-simetrik ve asimetrik kırılmalarla, basamaklı dize sistemiyle, ses ve biçim oyunlarıyla belirginleşen şiirlerle de ilk kez Sovyetler Birliği’ne giderken tanışmıştır; serbest vezinle yazdığı ilk şiiri olan “Açların Gözbebekleri”ni de yine burada yazar:

Açların Gözbebekleri ile beraber kafiye serbestleşir; vezin ortadan kalkar.  Dizeler paralel-simetrik kırılmakta; puntolar büyüyüp küçülmektedir. Açlığın artması giderek puntoların büyümesiyle ifade edilmektedir; ağrı da küçükten büyüğe doğru artmaktadır. Göz önüne adeta sinematogrofik bir manzara getirmektedir: ağaçlar ile insanların sıskalığı ifade edilmekte, yarattığı biçimle kırılan dize yapısıyla hem açları hem de biçimi gözler önüne sermektedir.

“Değil birkaç

              değil beş on

                         otuz milyon

                                                 aç

                                              bizim!

(…)

“Değil birkaç

           değil beş on

                            30.000.000

                                             30.000.000!

Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
             eğri büğrü dallarıyla
                                           eğri büğrü ağaçlar!

(…)

Ağrımız büyük!
                     büyük!

                         büyük!” 

 

MEMLEKETE DÖNÜŞ

 

Moskova’da Safter adlı bir Hintli arkadaşı Nâzım‟ın hayatını etkilemiştir. Safter, aldıkları tahsilin artık yeterli olduğunu, memleketlerine dönüp politika yoluyla haksızlıklara karşı koymalarının gerektiğini söylemektedir… Nâzım, 1924 Aralık’ında tekrar Türkiye’ye döner. Bir yandan TKP’nin merkez yayın organı Orak-Çekiç gazetesine ve Aydınlık dergisine yazılar, şiirler yazarken diğer yandan da partinin örgütlenme çalışmalarına katılır.

Memlekete döndüğünde şiirlerinin içeriği kadar biçimi de köklü bir değişikliğe uğramıştır. Türk şiirinde o zamana kadar denenmeyen görsel, sessel ve karmaşık biçimli teknikleriyle okur karşısına çıkar. Bu şiirde kelimeler ortalarından bölünür, basamaklı bir yapıyla şiir kurulur, görsel özellikler şiirde öne çıkarılır. Uzun kısa mısralar, tekrarlar, yüksek sesli söyleyişler, ünlemler-nidâlar, militanca bir söyleyiş edası ve benzer seslerin art arda gelişi ile zengin bir söyleyiş yakalanmaya çalışılır. Ses uyumlarına, özellikle de uyaklara büyük önem verilmiş fakat uyaklar oldukça serbest kullanılmıştır. Kısacası, görsel öğelerle işitsel ögeler bir arada, bütünü, yapıyı belirginleştirmek amacıyla kullanmakta, ikisi arasında bir denge kurulmaya çalışılmaktadır. Ayrıca, sesler gibi mısralar da içeriğin oluşumuna ayak uydururlar. Yerine göre uzar, kısalır, parçalanır, bir sözcüğe hatta bir heceye indirgenirler. Bu şiirler, devrim sonrası modern Rus şairlerinden özellikle fütüristlerden ve konstrüktivistlerden bazı etkiler taşıyan fakat uyağı büsbütün bırakmayan, çok sesli şiirlerdir. Bu anlayıştaki ilk kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü” 1926’da basılır.

Bazı kaynaklarda Nâzım’ın ilk kitabının 835 Satır olduğu kayıtlıdır, bunun nedeni Nâzım Türkiye’ye geldiğinde orijinal adı Güneşi İçenlerin Türküsü olan eserini “835 Satır” olarak Türkçeye çevirmiş; sonra kitaba eski adını vermiştir. Özetle gerçek ismi Güneşi İçenlerin Türküsü’dür, demek doğrudur.

“Salkım Söğüt”te şiir, öncelikle “sinematografik” bir manzara betimlemesi ile başlar; savaşa gelmeden o manzara verilir. Adeta kamera hareketi ile ardından atlıları gösterir; sonra su sesi… İki ordu çarpışıyordur: beyaz-kızıl ordular. Kızıl ordudan vurulan askerin yere yığılması, birleşik sözcük olan “birdenbire” sözcüğündeki “bire”nin alt dizeye kırılarak aktarılmasıyla beraber sinematogrofik sürer; tüfekle vurulan asker kuş gibi… Sona gelindiğinde atlılar uzaklaştıkça perspektif daralır, asker artık ölmektedir; bununla beraber punto küçülür,  kan kaybettikçe küçülmeye ve sözcükler eksilmeye devam eder. Sonunda ölür: punto sıradanlaşır.

Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütleryıkıyordusuda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!
Birden
bire
kuş gibi

                vurulmuş gibi
                                kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
                     uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!
Ah ne yazık!
                Ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

Nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

Atlılar atlılar kızıl atlılar,

atları rüzgâr kanatlılar!

Atları rüzgâr kanat…

Atları rüzgâr…

Atları…
At…

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!” (Salkım Söğüt)

 

PROPAGANDASI

 

Nâzım Hikmet’te devrimci bir romantizme coşkun bir duyarlılık, gür ve uyumlu bir ses eşlik eder. Devrimin oluşumu ve gelecek inancı, devrimci eylemin coşkusu, devrim savaşçılarının öyküsü, sanayileşme özlemi, uygarlaşma, emperyalizm eleştirisi, sömürgecilik, Millî Mücadele, hapishane anıları şiirlerindeki başlıca temalardandır.
“Türkiye İşçi Sınıfına Selâm” şiiri, “bildiri/propaganda şiir” olduğundan görsele ve sese ihtiyaç duymamış; dizeleri kırmamıştır:

Türkiye işçi sınıfına selâm
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!

Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,

gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet
günleri.

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarında hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ay yıldızı esir bayrağımıza.

Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığın, yobazın

ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selam!

Türkiye işçi sınıfına selam!
Selâm yaratana!” (Türkiye İşçi Sınıfına Selâm)

 

FÜTÜRİZM-MAKİNALAŞMAK

 

Fütürizm, XX.yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır; İtalyan yazar Marinetti tarafından öne sürülmüştür. Modern sanat ve toplumsal hareketlerin akımıdır. Marinetti, fütüristlerin sürat, gençlik ve şiddete hayran olduklarını ifade ederken modern teknolojik araçların, otomobil ve uçak ile sanayi şehrinin, insanlığın doğaya karşı zaferini gösterdiğini savunmuştur. Makine ve hızı sanata taşıyan bu akım geçmişin köhneleşmiş birikimine karşı “yeni bir toplumsal dinamizm” getirmek istiyordu.
Nâzım, bir fütüristtir. Fütüristler, geleceği inşa edecek olan unsurlar çelik, demir, bakır gibi madenler ile bunlardan yapılan makineler yapılacağı için şiirlerinde adeta bu madenleri kutsamışlardır. Fütüristler için her şey “gelecek”tir. Geçmişte özenilecek, yüceltilecek, putlaştırılacak bir değer yoktur. Nâzım, fütürizmle Mayakovski vesilesiyle tanışmıştı; Rus fütürizmi, Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy gibi Rus edebiyatının ünlü isimlerine karşı kampanya başlatmış; Mayakovski de bunda öncü işlev görmüştü.

İşte Nâzım’ın bu anlayışını tamamen yansıttığı şiiri “Makinalaşmak”tır. Nâzım, sanıldığı gibi şiirinde makinalaşmak istemiyor; makinanın yapana ait olmasını yani “üretim aygıtlarının üretenin elinde olmasını” istiyor.)

trrrrum, 
            trrrrum,
                         trrrrum!
trak tiki tak!
Makinalaşmak
                         istiyorum!

Beynimden, etimden, iskeletimden
                       geliyor
bu!
Her dinamoyu
             altıma almak için
                         çıldırıyorum!
Tükürüklü dilim bakır telleri yalıyor
damarlarımda kovalıyor
                        oto-direzinler lokomotifleri!

Trrrrum,
             trrrrum, 
                         trrrrum!

trak tiki tak
Makinalaşmak
                        istiyorum!

Mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

Trrrrum            
             trrrrum

                            trrrrum!

trak tiki tak!
Makinalaşmak
                istiyorum!” (Makinalaşmak İstiyorım)

Sanat Telakkisi şiiri, “manzum poetikası” gibi okunabilir; sanatta Fütürizm’i savunuyor; fabrikadan çıkan seslerin asıl sanat olduğunu belirtiyor:

“Fakat benim
şiirime ilham veren perimin
omuzlarında açılan kanat:
asma köprülerimin
                  demir putrelleri
ndendir!..

Dinlenir,
     dinlenmez değil
bülbülün güle karşı feryatları…
Fakat asıl
          benim anladığım dil:
Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle çalınan
Bethovenin sonatları…”
(Sanat Telakkisi)

 

HAPİSLİK YILLARI

 

Bursa Cezaevi: Orhan Kemal ile…

Nâzım Hikmet’in ilk hapisliği İsmail Bilen ile 1928 Temmuz’u sonlarında Sovyetler Birliği’nden sınırı gizlice geçmek için yola çıktıkları vakit Hopa’da yakalanmaları ile başlar. Bununla beraber bilindik hapislik hikâyeleri başlayacaktır. Ordu mensupları arasında komünizm propagandası ve örgütlenme faaliyetleri yürüttüğü iddiasıyla Ankara’ya gönderilir. Harp Okulu Komutanlık Askerî Mahkemesinde “askerî kişileri üstlerine karşı kışkırtmak” suçlamasıyla yargılanır. 29 Mart 1938 tarihinde on beş yıl ağır hapsine ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilmesine karar verilir.
Aynı fiillerinden ötürü ayrıca Ağustos ayında 1938 Donanması Davası olarak da bilinen davada da o dönem TKP’nin önde gelen isimlerinden Hikmet Kıvılcımlı  ile birlikte “donanmayı isyana teşvik” suçundan yargılanıp herhangi bir tanık veya kanıt olmamasına rağmen yirmi yıl ağır hapis cezası aldı. Böylece toplam hapis cezası, birtakım indirimlerden sonra, 28 yıl 4 ay oldu. 31 Ağustos 1938’de İstanbul Tevkifhanesine, oradan da 1940 Şubat ayında Çankırı Cezaevine gönderildi. Burada Kemal Tahir  ile birlikte kaldı; sağlığının bozulması üzerine Bursa Cezaevine nakledildi. Burada ise Orhan Kemal ve Balaban ile birlikte kaldı. Tüm bu süre zarfında edebi çalışmalarına cezaevinden devam etti, ailesi ve arkadaşlarıyla mektuplaştı. Cezaevindeyken “Kuvâyi Milliye Destanı”, “Memleketimden İnsan Manzaraları” gibi sayısız eserler üretti.

“Haydarpaşa garında
1941 baharında
                  saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
                                         yorgunluk
                                                        ve telaş.
Bir adam
        merdivenlerde duruyor
                              bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
                          -Galip Usta-
                                  tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
“Kaat helva yesem her gün” diye düşündü
                                                      5 yaşında.
“Mektebe gitsem” diye düşündü
                                        10 yaşında.
“Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam” diye düşündü
                                                                 11 yaşında.
“Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksa” diye düşündü
                                        15 yaşında.
“Babam neden kapattı dükkanını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına”
                                                         diye düşündü
                                                         16 yaşında.
“Gündeliğim artar mı?” diye düşündü
                                                 20 yaşında.
“Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?”
                                       diye düşündü
                                       21 yaşındayken.
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
                                  22 yaşında.
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
                                 23 yaşında.
“işsiz kalırsam” diye düşündü
                          24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
“İşsiz kalırsam” diye düşündü
                          50 yaşına kadar.
51 yaşında “İhtiyarladım.” dedi
                     “babamdan bir yıl fazla yaşadım.”
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
                              kaptırmış kafasını
                                         düşüncelerin en tuhafına:
“Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorgan olacak mı?”
                                                        diye düşünüyor. (Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan)

 

MEMLEKET HASRETİ

 

Nâzım Hikmet, özellikle ikinci kez Rusya’ya gittiğinde aşk şiirleri, yaşlılık ve hastalık şiirleri, hasret dolu memleket şiirleri de yazmıştır.

“Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden,

teper ha babam teper

                                  paralanmaz

                                                teper taşlı yolları.

Bir vapur geçer Varna önünden,

uy Karadeniz’in gümüş telleri,

bir vapur geçer Boğaz’a doğru.

Nazım usulcacık okşar vapuru,

                                          yanar elleri …” (Vapur, Varna, 1957)

DİPNOT: Nâzım Hikmet şiirleri, genellikle -dünya görüşünü yansıtmasından da dolayı-  Marksist açıdan değerlendirilir. Bu da okuyucuyu ister ideolojik olarak yakın olsun isterse uzak olsun Nâzım Hikmet şiirlerini salt “tek anlam”dan oluşan bir yanılgıya götürür. Tıpkı Mehmet Âkif’i de yalnızca “millî şair” olarak İstiklâl Marşı’ndan ibaret bir kısırlığa götürdüğü gibi. Bana göre Nâzım Hikmet şiirlerini yalnızca Marksist teori bağlamında okumak Nâzım şiirini tek bir kalıpta kısırlaştırmak demektir. Nâzım’ın Türk şiirine kattığı gerek şekil gerek içerik zenginliklerini yadsımaktır, daha da beteri bilmediğin alanda ahkâm kesmektir. Bu nedenle perspektif almak, hani mesafe ile uzaktan gözlemlemek, Nâzım şiirinin bütününü görmemizi sağlayacaktır. Elbette diğer taraftan da Nâzım şiirini tek kalıptan okumak -hani okullarda edebiyat öğretmenlerinin en saçma sorusunu akla getirmektedir: “Şair, burada ne anlatmak istiyor?” Acaba şairin kendisi de şiirini tekrarlı bir okumadan geçirirken hep aynı hisle mi okudu? Özetle şiiri kalıba dökerek okumak şiir sanatının imge dünyasına ihanet olacaktır. Sanatçının biçim olarak şiiri seçmesinin bir sebebi de okuyucunun muhayyilesini de şiirine katmak istemesi değil midir? Aksini düşünse bunu öyküyle yahut romanla da yapamaz mıydı? Bu sebeple Nâzım Hikmet şiirinin (elbette ideolojisinin de şiirine katkıları ile) şekil ve anlam üzerinden tarafsız okunmayı hak ettiği fikrindeyim. 

Perspektife alırken bireysel hayatından, yaşadığı dönem şartlarından, dünyayı tasavvur etme biçiminden yola çıktım; elbette beslendiğim kaynaklar yoldaşlığında. Özellikle aşk şiirlerinden örnekler vermedim. Hangi kadınına yazdığı şiirini eklesem diğerlerine haksızlık gibi geldi 🙂

Günümüz karmaşasından edebiyatın da nasibini aldığını hissettiğim şu günlerde sloganlarla yürüyen gündemden kopup eskilerin edebiyatına sığınanlara olsun bu yazı. Evet, bu yazı bir okuyucu meramıdır biraz da. Dostlukla…

Cansu Bozkurt

Kaynakça:
Ran, Nâzım Hikmet. (1987). Sanat ve Edebiyat Üstüne. İstanbul.Evrensel Kültür Kitaplığı.
Ran, Nâzım Hikmet. (1991). Yazılar I: Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil. İstanbul: Adam Yayınları.
Ran, Nâzım Hikmet. (2007). Bütün Şiirleri. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları.
Ran, Nâzım Hikmet, (2001). Yeni Şiirler, Adam Yayınları.
Ran, Nâzım Hikmet, (2002). Yeni Şiirler 6, Yapı Kredi Yayınları.
Nureddin Vâlâ Vâ-Nu. (1999). Bu Dünyadan Nazım Geçti. Milliyet Yayınları.
Kolcu İhsan Ali. (2010). Nâzım Hikmet’in Poetikası. Salkımsöğüt Yayınevi.
Türkçenin Sürgün Şairi Nâzım Hikmet. (2007) Hece Yayınları.
Fiş Radi. Nâzım’ın Çilesi.(1995). Alev Yayınları.
Oral, Haluk, Nâzım Hikmet’in Yolculuğu, (2019), Türkiye İş Bankası Yayınları. 

#NazımHikmetRan #NazımHikmet #NazımHikmetinŞiirleriNasılOkunur #NazımHikmetinŞiirlerindekiBilinmeyen #NazımHikmetinHayatı #NazımHikmetinŞiirYolculuğu #NazımHikmetHakkındaBilinmeyenler #NazımHikmetinŞiirleriNasılAnlaşılır

Siz de fikrinizi söyleyin!